1 Nisan 2014 Salı

AH O ÇOCUKLUK GÜNLERİ

Yıldız Tümerdem

Ah O Çocukluk Günleri

    

Her zaman olduğu gibi, bugün bile şu soruyu sorarım kendime;“Geçmişini unutanların mutlu geleceği olabilir mi”? Ve de kendim yanıtlarım kendimce; “hayır olamaz”…Çocukluğuma dönüyorum, boğaz köprüsünün üstünden döne- döne Trakya’ya yol alan leylekleri seyrederken, çocukça bir sevinçle… Çocukluğum Başkentin, şirin bir semti olan Hacettepe’de geçti… Evimizin karşısında, yemyeşil, rengârenk çiçeklerle bezeli, içinde büyüklü küçüklü havuzların ve su kanalların bulunduğu güzelden öte güzel bir park vardı… Mahallemizin havası kadar çeşmelerinden akan suları da tertemizdi… Çeşmelerimizden avuçlarımıza doldurduğumuz suyu korkusuzca içer, yüzümüzü yıkar, birbirimizle su serpme oyunu oynardık… Neşeli kahkahalarımız, gök kuşaklı su damlacıkları ile yayılırdı çevremize. Yerlerde çöp göremezdiniz… Sokaklarımızdaki Çöp Kutularımız, bir sanatçının fırçasından çıkmış gibiydi… Temizdi evlerimizin önleri… Herkes kendi evinin önünü süpürürdü… Çocuklar sokağa tükürmez, çöp atmazdı… Sigara izmaritleri dans etmezdi kaldırımlarda… Çöp ve sigara kokusu yayılmazdı çevreye. Tek sözcükle; sokaklarımız ve mahallemiz tertemizdi, yüreğimiz, beynimiz, ilkelerimiz gibi...

Annelerimizi, babalarımızı, komşularımızı, öğretmenlerimizi, hekimlerimizi, hemşirelerimizi, ebelerimizi çağdaş giysiler içinde görürdük… Anadolu kadının töresel giysisinin dışında, farklı bir giyim kuşama rastlanmazdı, sokaklarımızda. Erkek arkadaşlarımızla birlikte gidip gelirdik okulumuza… Oyunlarımızı da birlikte oynardık okul bahçelerimizde, sokaklarımızda, özgürce… Suyumuzu sokak çeşmelerimizden doldururduk… Evlerimiz güle oynaya taşırdık… Testilerimiz pişmiş topraktandı… Çok hoşumuza giderdi bu görevi üstlenmek… Gururlanırdık yardım ettiğimiz için annelerimize, ailelerimize… Naylon nedir bilmezdik… Sepetlerle, filelerle, torbalarla giderdik çarşıya pazara… Sütçü, yoğurtçu, bozacı kapımızın önünden geçerdi, unutamadığımız şarkılı söylemleri ile… Domates biber patlıcan, patates soğan sarımsak vb. sebze ve meyveler, evimizin kapısına kadar gelirdi el arabaları ile… Evlerimizin bahçelerinde tavuk kümesleri vardı… Sabahları gün doğarken, horozların gün doğarken öterek uyandırmalarını beklerdik… Sıcacık, taptaze yumurtaları folluktan kendimiz alırdık… Hindiler, kazlar, ördekler dolaşırdı sokaklarımızın aralarında… Onları kovalarken çok eğlenirdik… Ama hiçbir zaman taş atmaz, eziyet etmezdik hayvanlara… Oyuncak bebeklerimizi, tel arabalarımızı, kızaklarımızı bile kendimiz yapardık… Kapılarımızın önünde kitap okurduk arkadaşlarımızla birlikte… Kitapları, Etnografya Müzesinin yanındaki Halk Evi Kütüphanesinden ücretsiz alır, günü geldiğinde geri götürürdük… Hikâye ve roman okuma ve okuduklarımızı birbirimizle paylaşma tutkumuz o günlerde başlamıştı… Paranın değerini bilirdik, savurgan değildik… Yerli Malı Haftalarımızı kutlardık… Sümerbank’ tan alınırdı giysilerimizin kumaşları… Evlerde dikilirdi, el makineleri ile… Atamızın kurduğu İş Bankası kumbaralarımız vardı… Harçlıklarımızdan arta kalanları orada biriktirirdik... Kumbaraya para atmak için yarışırdık kardeşlerimizle…

Çoğumuzun anne ve babaları memurdu… Ya öğretmen ya da subaydı… Kiralık evlerde oturuyorduk… Evlerimiz iki katlı, bahçe içinde, ahşap ya da tahtadandı… Soba ile ısınırdık kış boyunca… Oda kapılarımıza kilim asardık sıcaklık dışarı çıkmasın, fazla kömür yakmayalım diye… Soba boruları sık-sık temizlenirdi… Buzdolabı yoktu evlerimizde… Taze, taze tüketirdik her şeyi… Gaz ocaklarında, maltızlarda, kuzinelerde pişerdi yemeklerimiz…

Komşularımızın bahçelerinde toprak fırınlar vardı… Annelerimiz börek, kurabiye yaptığında, ya fırınlara götürülürdü pişirilmesi için, ya da komşularımızın toprak fırınlarına… Komşuların birbirlerine destek olması, insancıl davranışların görülmeye değer bir örneği idi. Köz ateşli mangallarda kahve cezveleri ve çaydanlıklı sohbetler olurdu evlerimizin sofalarında. Tel dolaplarda saklanırdı yiyeceklerimiz… Ellerimizle toplardık sebzelerimizi, meyvelerimizi yakınımızdaki bahçelerden, bağlardan… Çamaşırlarımız elde yıkanırdı… Bahçelerimizde, balkonlarımızda, iplere asılarak kurutulurdu… Kışın buz tutan çamaşırları gülerek gösterirdik birbirimize… Dışarıdan görülmemesi için iç çamaşırlarımızı çarşaflarımızın arka tarafına asardık… Şimdilerde İstanbul’da, hemen her yerde, apartmanların, gecekonduların balkonlarında, pencere önlerindeki iplerde sergileniyor,  rüzgârla dans ediyor donlar, fanilalar, sutyenler...

Renkli televizyonlar, kulaklıklı müzik aletleri, cep telefonları yerine tek tuşlu radyolarımız vardı bizi eğlendiren, bilgilendiren… Öyküler dinleyerek büyüdük… Çocuk saatlerinde, çocuk şarkıları öğretirlerdi… Nar gibi domatesle beyaz peynir… Dağ başını duman almış, Kuş sesleri ovalara yayılır… Unutamadığım çocukluk şarkılarımızdı… Şimdilerde, çocukluğumuzda dinlediğimiz öyküleri, şarkıları, çocuklarımız ve torunlarımıza öğretirken, o günlere dönmenin buruk mutluluğunu anı-öykülerimizin eşliğinde yeniden yaşıyoruz... Pikaplarımız, Gramofonlarımız ve sahibinin sesi yazılı minik plaklarımızdan, değişik makamlarda, Klasik Türk Musikisi dinleyerek büyüdüğümüz günlere dönebilmemiz olası değil elbette. Ama onlar, anılarımızın en güzel köşelerinde duruyor hala…

Yaz tatilimizi, çoğumuz, sokaklarımızda arkadaşlarımızla güle oynaya geçirirdik… Kavga etmeyi bilmezdik… Birbirimize kötülük yapmayı da öğretmemişlerdi bize… Kıskanç değildik, paylaşımcı idik… Geleceğimiz için umutlu idik, aydınlık olacağını bilirdik… Mustafa Kemal Atatürk ilke ve devrimleri ile yetiştirildik… “Türküm doğruyum, çalışkanım / Yasam, büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumaktır / Varlığım Türk Varlığına armağan olsun” sözleri biz Cumhuriyet çocuklarının yaşam sloganı idi… Her sabah o sözlerle başlardık derslerimize, gururla, heyecanla… Öyle güzel ve özel günlerdi ki o günler, her anımsayışımda yeniden yaşıyorum o günleri, çocukluğuma geri dönmüşçesine…

Çok şanslıydık, evet çok şanslıydık… Çağdaş eğitim yöntemi ile eğitildik... Beyinlerimizi kirli ve pis kokulu sularla yıkamayan, bizleri karanlığa yönlendirmeyen bir okul yaşantımız vardı… Eğitim sistemimiz; geleceğe aydınlık kapılar açan bir eğitim sistemiydi, başka hiçbir ülkede o güne kadar başlatılmamış olan bir yöntem uygulanıyordu… Bizleri bu günkü biz yapan bir eğitimdi o… Dünyada hiçbir çocuğun bayramı yokken, bizim 23 Nisan Çocuk Bayramımız vardı… Hiçbir gencin bayramı yokken, 19 Mayıslarda gençlerimiz ellerinde Ay-Yıldızlı Al Bayrakları ile Başkent Ankara’nın tören yerlerinde, yollarında, başları dik yürürlerdi… Onları seyrederken gururla, sevgiyle, coşkuyla alkışlardık… Ulusal Marşlarımızı söylerken de geleceğe umutla bakıyorduk… Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK; Kırmızı Erk koltuklarını, Laik Cumhuriyetimizi, Kutsal Topraklarımızı bizlere, o günün ilkeli, aydınlık beyinli, dürüst, yürekli ve öz güvenli gençlere bırakmıştı, kız / erkek ayırımı gözetmeden…
                                                
İşte o günlerde, ilkbaharlarda coşku ile çiçeklenirdi yüreğimiz, kuş sesleri ile neşelenirdik, karşı evin bacasındaki yuvalarına dönerlerdi leylekler… Çocuklar kadar büyüklerde mutlu olurlardı onların gelişlerinde… Doğa dostuydu insanımız... Yaşamı, yaşamayı seviyordu… Şimdilerde, bu anlatılanlar bir masal besbelli… Ne leylekler yuva yapıyor bacalarımıza, ne de beyaz bulutlu mavi göklerimizde görüyoruz onları…Yeşil yalnızca Türkçe sözlüklerimizde tanımlanıyor… Boya Kalemi kutularımızda, suluboyalarımızın içinde, gün ışığına doğayı imgeleyen bir renk olarak çıkmayı bekliyor. Kırdan Kente göç eden bizler, yalnızca eğitilmiş bir papağan gibi, garip bir yaşamı yineleyerek, evrenin tostoparlak bir parçası olarak, yaşıyoruz işte. Yaşamak denilirse buna.Evet! Yaşamak denilirse…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder