Yıldız Tümerdem
Ah O Çocukluk Günleri
Her zaman olduğu gibi, bugün bile şu soruyu sorarım kendime;“Geçmişini unutanların mutlu
geleceği olabilir mi”? Ve de kendim
yanıtlarım kendimce; “hayır olamaz”…Çocukluğuma dönüyorum, boğaz köprüsünün üstünden
döne- döne Trakya’ya yol alan leylekleri seyrederken, çocukça bir sevinçle…
Çocukluğum Başkentin, şirin bir semti olan Hacettepe’de geçti… Evimizin
karşısında, yemyeşil, rengârenk çiçeklerle bezeli, içinde büyüklü küçüklü
havuzların ve su kanalların bulunduğu güzelden öte güzel bir park vardı…
Mahallemizin havası kadar çeşmelerinden akan suları da tertemizdi…
Çeşmelerimizden avuçlarımıza doldurduğumuz suyu korkusuzca içer, yüzümüzü
yıkar, birbirimizle su serpme oyunu
oynardık… Neşeli kahkahalarımız, gök kuşaklı su damlacıkları ile yayılırdı
çevremize. Yerlerde çöp göremezdiniz… Sokaklarımızdaki Çöp Kutularımız, bir
sanatçının fırçasından çıkmış gibiydi… Temizdi evlerimizin önleri… Herkes kendi
evinin önünü süpürürdü… Çocuklar sokağa tükürmez, çöp atmazdı… Sigara
izmaritleri dans etmezdi kaldırımlarda… Çöp ve sigara kokusu yayılmazdı
çevreye. Tek sözcükle; sokaklarımız ve mahallemiz tertemizdi, yüreğimiz,
beynimiz, ilkelerimiz gibi...
Annelerimizi, babalarımızı,
komşularımızı, öğretmenlerimizi, hekimlerimizi, hemşirelerimizi, ebelerimizi
çağdaş giysiler içinde görürdük… Anadolu kadının töresel giysisinin dışında,
farklı bir giyim kuşama rastlanmazdı, sokaklarımızda. Erkek arkadaşlarımızla
birlikte gidip gelirdik okulumuza… Oyunlarımızı da birlikte oynardık okul
bahçelerimizde, sokaklarımızda, özgürce… Suyumuzu sokak çeşmelerimizden
doldururduk… Evlerimiz güle oynaya taşırdık… Testilerimiz pişmiş topraktandı…
Çok hoşumuza giderdi bu görevi üstlenmek… Gururlanırdık yardım ettiğimiz için
annelerimize, ailelerimize… Naylon nedir bilmezdik… Sepetlerle, filelerle,
torbalarla giderdik çarşıya pazara… Sütçü, yoğurtçu, bozacı kapımızın önünden
geçerdi, unutamadığımız şarkılı söylemleri ile… Domates biber patlıcan, patates
soğan sarımsak vb. sebze ve meyveler, evimizin kapısına kadar gelirdi el
arabaları ile… Evlerimizin bahçelerinde tavuk kümesleri vardı… Sabahları gün
doğarken, horozların gün doğarken öterek uyandırmalarını beklerdik… Sıcacık,
taptaze yumurtaları folluktan kendimiz alırdık… Hindiler, kazlar, ördekler
dolaşırdı sokaklarımızın aralarında… Onları kovalarken çok eğlenirdik… Ama
hiçbir zaman taş atmaz, eziyet etmezdik hayvanlara… Oyuncak bebeklerimizi, tel
arabalarımızı, kızaklarımızı bile kendimiz yapardık… Kapılarımızın önünde kitap
okurduk arkadaşlarımızla birlikte… Kitapları, Etnografya Müzesinin yanındaki Halk
Evi Kütüphanesinden ücretsiz alır, günü geldiğinde geri götürürdük… Hikâye ve
roman okuma ve okuduklarımızı birbirimizle paylaşma tutkumuz o günlerde
başlamıştı… Paranın değerini bilirdik, savurgan değildik… Yerli Malı
Haftalarımızı kutlardık… Sümerbank’ tan alınırdı giysilerimizin kumaşları…
Evlerde dikilirdi, el makineleri ile… Atamızın kurduğu İş Bankası
kumbaralarımız vardı… Harçlıklarımızdan arta kalanları orada biriktirirdik...
Kumbaraya para atmak için yarışırdık kardeşlerimizle…
Çoğumuzun anne ve babaları memurdu… Ya öğretmen ya da subaydı… Kiralık
evlerde oturuyorduk… Evlerimiz iki katlı, bahçe içinde, ahşap ya da tahtadandı…
Soba ile ısınırdık kış boyunca… Oda kapılarımıza kilim asardık sıcaklık dışarı
çıkmasın, fazla kömür yakmayalım diye… Soba boruları sık-sık temizlenirdi…
Buzdolabı yoktu evlerimizde… Taze, taze tüketirdik her şeyi… Gaz ocaklarında,
maltızlarda, kuzinelerde pişerdi yemeklerimiz…
Komşularımızın bahçelerinde toprak fırınlar vardı… Annelerimiz börek,
kurabiye yaptığında, ya fırınlara götürülürdü pişirilmesi için, ya da
komşularımızın toprak fırınlarına… Komşuların birbirlerine destek olması,
insancıl davranışların görülmeye değer bir örneği idi. Köz ateşli mangallarda
kahve cezveleri ve çaydanlıklı sohbetler olurdu evlerimizin sofalarında. Tel
dolaplarda saklanırdı yiyeceklerimiz… Ellerimizle toplardık sebzelerimizi,
meyvelerimizi yakınımızdaki bahçelerden, bağlardan… Çamaşırlarımız elde
yıkanırdı… Bahçelerimizde, balkonlarımızda, iplere asılarak kurutulurdu… Kışın
buz tutan çamaşırları gülerek gösterirdik birbirimize… Dışarıdan görülmemesi
için iç çamaşırlarımızı çarşaflarımızın arka tarafına asardık… Şimdilerde
İstanbul’da, hemen her yerde, apartmanların, gecekonduların balkonlarında,
pencere önlerindeki iplerde sergileniyor,
rüzgârla dans ediyor donlar, fanilalar, sutyenler...
Renkli televizyonlar, kulaklıklı müzik aletleri, cep telefonları yerine tek
tuşlu radyolarımız vardı bizi eğlendiren, bilgilendiren… Öyküler dinleyerek
büyüdük… Çocuk saatlerinde, çocuk şarkıları öğretirlerdi… Nar gibi domatesle
beyaz peynir… Dağ başını duman almış, Kuş sesleri ovalara yayılır… Unutamadığım
çocukluk şarkılarımızdı… Şimdilerde, çocukluğumuzda dinlediğimiz öyküleri,
şarkıları, çocuklarımız ve torunlarımıza öğretirken, o günlere dönmenin buruk
mutluluğunu anı-öykülerimizin eşliğinde yeniden yaşıyoruz... Pikaplarımız,
Gramofonlarımız ve sahibinin sesi yazılı minik plaklarımızdan, değişik
makamlarda, Klasik Türk Musikisi dinleyerek büyüdüğümüz günlere dönebilmemiz
olası değil elbette. Ama onlar, anılarımızın en güzel köşelerinde duruyor hala…
Yaz tatilimizi, çoğumuz, sokaklarımızda arkadaşlarımızla güle oynaya
geçirirdik… Kavga etmeyi bilmezdik… Birbirimize kötülük yapmayı da öğretmemişlerdi
bize… Kıskanç değildik, paylaşımcı idik… Geleceğimiz için umutlu idik, aydınlık
olacağını bilirdik… Mustafa Kemal Atatürk ilke ve devrimleri ile yetiştirildik…
“Türküm doğruyum, çalışkanım / Yasam, büyüklerimi saymak, küçüklerimi
korumaktır / Varlığım Türk Varlığına armağan
olsun” sözleri biz Cumhuriyet çocuklarının yaşam sloganı idi… Her sabah o
sözlerle başlardık derslerimize, gururla, heyecanla… Öyle güzel ve özel
günlerdi ki o günler, her anımsayışımda yeniden yaşıyorum o günleri, çocukluğuma
geri dönmüşçesine…
Çok şanslıydık, evet çok şanslıydık… Çağdaş eğitim yöntemi ile eğitildik...
Beyinlerimizi kirli ve pis kokulu sularla yıkamayan, bizleri karanlığa
yönlendirmeyen bir okul yaşantımız vardı… Eğitim sistemimiz; geleceğe aydınlık
kapılar açan bir eğitim sistemiydi, başka hiçbir ülkede o güne kadar
başlatılmamış olan bir yöntem uygulanıyordu… Bizleri bu günkü biz yapan bir
eğitimdi o… Dünyada hiçbir çocuğun bayramı yokken, bizim 23 Nisan Çocuk Bayramımız vardı… Hiçbir gencin
bayramı yokken, 19 Mayıslarda gençlerimiz ellerinde Ay-Yıldızlı Al Bayrakları ile
Başkent Ankara’nın tören yerlerinde, yollarında, başları dik yürürlerdi… Onları
seyrederken gururla, sevgiyle, coşkuyla alkışlardık… Ulusal Marşlarımızı
söylerken de geleceğe umutla bakıyorduk… Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK; Kırmızı Erk koltuklarını, Laik
Cumhuriyetimizi, Kutsal Topraklarımızı bizlere, o günün ilkeli, aydınlık
beyinli, dürüst, yürekli ve öz güvenli gençlere bırakmıştı, kız / erkek ayırımı
gözetmeden…
İşte o günlerde, ilkbaharlarda coşku ile çiçeklenirdi yüreğimiz, kuş
sesleri ile neşelenirdik, karşı evin bacasındaki yuvalarına dönerlerdi
leylekler… Çocuklar kadar büyüklerde mutlu olurlardı onların gelişlerinde… Doğa
dostuydu insanımız... Yaşamı, yaşamayı seviyordu… Şimdilerde,
bu anlatılanlar bir masal besbelli… Ne leylekler yuva yapıyor bacalarımıza, ne
de beyaz bulutlu mavi göklerimizde görüyoruz onları…Yeşil yalnızca Türkçe
sözlüklerimizde tanımlanıyor… Boya Kalemi kutularımızda, suluboyalarımızın
içinde, gün ışığına doğayı imgeleyen bir renk olarak çıkmayı bekliyor. Kırdan
Kente göç eden
bizler, yalnızca eğitilmiş bir papağan gibi, garip bir yaşamı yineleyerek,
evrenin tostoparlak bir parçası olarak, yaşıyoruz işte. Yaşamak denilirse
buna.Evet! Yaşamak denilirse…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder