21 Ağustos 2013 Çarşamba

AH O YİTİMSİZ ANILAR


Evrenin oluşumundaki gizem; algılama ve karar verme yetisi olan beyin hücrelerinin yanı sıra imgelerine de yerleşmişti çocukluk günlerinde. Yağmurlu günlerde, alnını pencereye dayar, yüzünü göğe çevirir, kümelenmiş kara bulutların yer değiştirmesini seyrederdi, bıkıp usanmadan, saatlerce. Nasıl oluyordu da beyaz bulutlar kararıveriyordu bir anda ve ardından su damlaları yeryüzüne akıyor akıyordu. Her yeri, her şeyi ıslatıyor, sonra da kaybolup gidiyordu, bir bilinmeyene. Yağmurlu günlerde, gökyüzündeki o ses ve o ışıklı değişim nasıl ve neden oluşuyordu? Yağmurdan sonra oluşan gök kuşağı neden renkli idi ve kaybolunca nereye gidiyordu? Güneş, ay ve saman yoluna dizilmiş parlak yıldızlar neden farklı zamanlarda ortaya çıkıyor ve de kayboluyordu? Nasıl doğuyor ve büyüyorduk?  Varoluş’un / Yokoluş’un, Yaşamın / Ölüm’ün anlamı neydi? Acaba bir başka evrende bize benzeyen ya da benzemeyen varlıklar yaşıyor muydu? Yıldızlarda ve Ay’da yaşam var mıydı? Dağlar, denizler, nehirler, gökyüzü nasıl oluşmuştu? Cemre ne demekti, nerelere ve neden düşüyordu? Nedense, komşuları ilkokul öğretmenliğinden emekli olmuş Cemile Teyze ile cemre sözcüğünü birbirlerine, yakıştırırdı… Cemile ve Cemre… Çok hoşuna giderdi bu benzetme. Onu her görüşte kır menekşeleri, ballıbabalar açardı yüreğinde, cemreleri düşleyerek… Rüzgâr, fırtına ve deprem nasıl oluşuyordu, dünya gerçekten yuvarlak mıydı? Taşlar, topraklar nasıl oluşmuştu? Leylekler her baharda, hep aynı tarihlerde nasıl bulabiliyorlardı, bir önceki yılda yuva kurdukları yerleri? Her baharda karşı evin bacasına yerleşirler, yuvalarını onarırlar, yumurtalarını beklerler, yavrularını beslerler, onlara uçmayı öğretirlerdi.  Onları seyretmek öylesine heyecan verici idi ki… Onu hayretle dinleyen mahalle arkadaşlarına ve de onu dinlediklerini sanmasa da evdekilere anlatırdı bütün bunları, yeni bir şey keşfetmiş gibi, heyecanla…

Başkentte yaşadığı yıllarda, çocuk yüreği korkuyla karışık bir heyecanla titrerdi kendine bu ve benzer soruları sorduğunda. Erişilemeyen, görülmeyen, bilinmeyen bir güç vardı besbelli. Karlı günlerde de benzer düşüncelerle kıvranır dururdu. Fırtınada ağaçların devrilmesi içini acıtırdı. Gözyaşı dökerdi kırılan dalların ardından. Ayaklarının altındaki çıtırtı seslerini duymayı çok istediği halde, sonbahar yapraklarına bile basamazdı. Baharlarda açılan çiçeklerle doğardı yeniden. Sorgulamaktan geri kalmazdı yenilenen doğayı ve doğadaki bu gizemli dönüşümü. Din ne demekti, camileri kim kurmuştu, neden ezan okunuyordu? Komşuları Yusuf ve ablası Leyla’nın Yahudi olduklarını duymuştu, eve gelen komşularının sohbetleri sırasında. Gözlük taktığı için “Kavanoz gözlü oğlan” dedikleri, içine kapanık, onlara uzaktan gülümsemekle yetinen, uzun boylu, ince yapılı, değişik burunlu Yusuf,   bazı günlerde başına kâse gibi bir takke geçirerek evden çıkar, onların yanından hızla geçer, bir yerlere giderdi. Bütün bunlar ne demekti, neden yalnızca Yusuf o garip takkeyi başına geçiriyordu? Hamam önündeki, alış veriş yaptıkları sakallı, değişik giysili, bakkala “Hacı Amca” diyorlardı, onun da başında bir takke vardı ama farklıydı. Dükkânı bazı saatlerde kapalı olurdu. Sorduğunda; “namaza gitti” derlerdi. Oysa bebekliğinde onu büyüttüklerini öğrendiği Yani ve eşi Poliksenia (yıllar sonra ayrıldıklarını öğrendiğinde üzülmüştü) haftada bir gün Kilise dedikleri bir yere giderlerdi. Bu onun için merak konusu olmuştu. Niçin gidiyorlardı oraya, ne yapıyorlardı orada? Kilise dedikleri yer, babasının, ağabeylerinin ramazan ve kurban bayramlarında, sabah erkenden gittikleri, , belirli saatlerde, “Tanrı Uludur” sözleriyle başlayan ezanın okunduğu evlerinin yakınındaki İmaret Camii’ne mi benziyordu? Ya da Takkeli Yusuf’un gittiği, Sinagog dedikleri, kapısı süslü ve sütunlu, içinde sıralar bulunan, değişik kokan, gizemli yere mi benziyordu?     
Her şeyi merak ettiği, kafasına takılanlardan vazgeçmediği için, asker babasından yalvara yakara izin alarak(Yani; subay babasının yanında er olarak askerliğini yapmıştı) onlarla birlikte kiliseye bile gitmişti. Kilise çok kalabalık olmasına karşın, sessizdi. Kadınlar, erkekler, çocuklar yan yana oturuyorlardı. Köşelerde mumlar yanıyordu. Çok süslü resimler, heykeller, renkli camlarla görkemli bir hale gelmişti salon. Bazıları diz çökerek, bazıları da oturdukları sıralardan ellerini yan yana getirip, bir şeyler mırıldanarak, başlarını öne ya da yukarı kaldırarak kimden yardım istiyorlardı acaba? Karşılarında kollarını açmış bir insan heykeli vardı,  kimdi o adam? Kafasının içinde bu soruları sıralarken, bir gün annesi, kardeşleri ve komşuları ve onların çocukları ile birlikte, diğer bir söylemle “cümbür cemaat” gittikleri, Ulus’taki Hacı Bayram Camii’nin bahçesi ve içerdeki görünüm gözlerinin önüne geldi. Annesi gibi, tüm kadınların hatta minik çocukların bile başları örtülüydü( onun da başını örterlerdi, kenarı süslü beyaz bir örtü ile). Annelerin ve kız çocuklarının saçları görülmüyordu, örtüden sonra. Ellerindeki tespih denilen sıralanmış siyah boncukları çekiyorlardı, gözleri yarı kapalı, başları önlerinde... Yerlere otururlar, bağdaş kurarlardı. Ayakkabılarını da kapıda bırakırlardı. “Ya çalınırsa, çıplak ayakla nasıl giderlerdi evlerine” diye düşünürdü, hep... Çevrelerinde hiç erkek olmazdı... Onlar başka bir kapıdan girip çıkıyorlardı. Bir kısmı sakallı ve takkeliydi. Çocukların bile başlarında takke, ellerinde tespih vardı. Bahçede sıralanmış bir çeşme vardı, erkekler onun önünde sıralanıp ellerini yüzlerini, ayaklarını yıkıyordu. Anneannesine sorduğunda; “Namaz kılmadan önce temizleniyorlar, abdest alıyorlar” demişti. “Neden evde yıkanmamışlardı, pisiydi hepsi de, sabah yüzlerini yıkayıp, dişlerini fırçalamıyorlar mıydı acaba? “ sorusu beyninde dolaşırdı ama soramazdı… Öyle çok soru soruyordu ki… Bıktırıyordu çevresindekileri… Bir kız çocuğu da bu kadar meraklı olur muydu bu yaşta canım? Hem zaten merak ettiği için zorladığı için getirmişlerdi onu ve arkadaşlarını… Oralara pek gidilmezdi de… Bitip tükenmiyordu beyninin içindeki düşünceler, anlaşılması güç kurgular… Sorularına soru ekleniyordu…

Dört mevsimi de severdi ama ilkbahar onun büyük aşkıydı. İçi kıpır kıpır olurdu ön baharlarda. Soruların sayısı daha da artardı. Soruları öncelikle kendine sorar, yanıtlayamazsa, çevresinde bilgisine güvendiği kimler varsa onlara yöneltirdi sorularını. Elbette kendine sorduğu soruların tümünün yanıtını alamıyordu. Çocuktu, bilgisi yetmiyordu ki. Yardım alması da bu nedenle doğaldı. Onlar bile sorularına her zaman yanıt vermekte zorlanırlardı. İlkbaharlarda tarlalarda toprağa ekilen tohum nasıl büyüyordu, nasıl başağa dönüyor, sonra da ekmek oluyordu? Koyun, keçi ve inekten sağılan süt ne demekti, içinde neler vardı, neden beyazdı rengi? Ankara’ da köylerdeki dereler neden en çok ilkbaharda taşıyordu? Kuşlar nasıl uçuyordu? Neden insanların da, onun da kanatları yoktu? Olamaz mıydı? Neden hasta olunuyordu? Neden, belirli aralıklarla okulda aşı yapıyorlardı çocuklara? Ne demekti aşı, ne işe yarıyordu, yapılmasa ne olurdu? Boğazı ağrıdığında, ateşi olduğunda annesinin zorla içirdiği, o berbat kokulu, acı hapı yutmasa olmaz mıydı? Bazen içer gibi yapar, yatağın altına atardı “Prontosil” denilen adını hala anımsadığı o berbat hapı. Çocuk beyni, bu ve benzer sorulara yanıt bulamıyordu. Çevresindekilere yönelttiği sorular, hayretle karşılanıyor, garipseniyordu “sen kızsın,  çocuksun kafanı yorma böyle saçma sapan şeylere, git arkadaşlarınla ip atla, bebeklerinle oyna” sözlerine alışmıştı ama soru sormaktan vazgeçemedi, ilkokulu bitirinceye kadar…

Sorular, sorular… Çoğunun yanıtı olmayan yaşamsal sorular. Bu ve benzer sorulara, evdekilerden, çevresindekilerden aldığı yanıtla yetinemiyordu. Okuldaki bilgiler de yeterli olmuyordu. Kızılay’daki Sarar İlk Okulunun yanındaki Milli Kütüphane ve Ankara Kız Lisesi yanındaki Halk Evindeki çağdaş kitapları okuma alışkanlığı gelişinceye kadar, yanıt almasa bile, çevresindekilere soru sormaktan vazgeçemiyordu. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Kütüphanenin tozlanmış tahta raflarında, ansiklopedilerin sararmış sayfalarında aramaya başlar olmuştu. Pek çok sorusu da yanıtsız kalıyordu çoğu kez. Yaşı da anlamasına geçit vermiyordu ki. Ortaokullu yıllarında sorularından bazılarının yanıtını az da olsa alabilmişti. Lise yıllarında çok sayıda ve değişik konularda kitapları okumaya başladı. Yepyeni, değişik sorular çıkıyordu karşısına okudukça. Arkadaşları arasında onun gibi okuyanlar, çoğunlukla erkeklerdi. Kız arkadaşları arasında değişik kitaplar okuyan ve sorgulayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az sayıdaydı. Yıllar sonra “geleneksel sınıf toplantılarında” bu konuları masaya yatırıyor, çocukluk ve gençlik günlerindeki kendilerini sorguluyorlardı. Bu sorgulamada hüzünle karışık yaşamsal gerçekler göz kırpıyordu onlara. Beyazlanmış saçlar, çizgilerle bezeli yüzler, gözlükle örtülmüş ışıklı gözler de katılıyordu bu sorgulamaya…

Çocukluk ve ilk gençlik günlerinde, unutamadığı anılarının en özel yerinde bir duvar takvimi vardı. Oturma odalarının duvarlarında asılı olan Saatli Maarif Takvimi, okuldu duvar kitabıydı, duvar ansiklopedisi idi onun için. Çok şey öğretiyordu ona. Her gününe renk ve bilgi katıyordu takvim yapraklarında yazılı olan doğru bilgiler. Sabahları ilk işi takvim yapraklarını karıştırarak o günkü doğa değişimleriyle ilgili bilgi edinmekti. Okuldaki arkadaşları gibi ailesi de, nedense, takvim yapraklarındaki yazıları-şiirleri okumuyorlardı. Gülümsüyordu onların bu aldırmaz hallerine, hüzünlenerek. Siyah beyazdı bütün fotoğraflar o günlerde… Bir evin bacası ve üstünde tünemiş leyleklerin olduğu takvimi duvarda tutan kartonu hiç unutamadı. Her yıl yenilenen Takvim Kartonlarında leylekli bacaları aradı durdu Sonunda buldu aradığı leylekli kartonu, hem de renkli olanını. Çocuk gibi sevindi. Piyangodan büyük ikramiye çıkmış gibi mutlu oldu. Hala çalışma odasının duvarında, değişmiyor yeri. Yılların eskitemediği, tarih kokan, Bugün bile, her yılın sonunda, yeni bir yıl için, Sirkeciden Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyor, Saatli Maarif Kitaphanesine gidiyor, can dostları, sahipleri, Aydın-Muhsin- Ahmet Geylani ile sohbet ediyordu. Seçtiği duvar kartonları ve takvimleri alıyor, yitimsiz-aydın dostlarının sevgi ile ellerini sıkıyor, “hoşça kalın” sözleri ile yeni yıllarını kutlayarak vedalaşıyordu… Cağaloğlu yokuşundan Karaköy vapur iskelesine, gençlik yıllarının unutulmaz şarkılarını mırıldanarak, keyifle yürüyordu... “İşte dingin yaşam bu” diyordu kendine, içtenlikle, her zaman olduğu gibi…

Neydi o günler / Nerde o duygu dolu Türk Musikisinin değişik makamındaki şarkılar /  Gençlik kokulu ve heyecanlı / esintili  / düşlerde aransa bulunamayan sevdalar… Yanıtsız soruları ardı ardına soruyordu kendine, Marmara denizini seyrederek, iskeleye yanaşan vapura binerken…

 *Kırmızı Kaplı Günlük-Esin kaynağı-Başkentin Yitimsiz Çocuksu Anıları

16 Ağustos 2013 Cuma

ÇİSELEYEN AŞK


Okursan, öğrenirsin / Gezersen,  yazarsın
                                                 Yazarsan,   yaşarsın / Paylaşırsan mutlu olursun.”
                                                                                                                  Yıldız Tümerdem
                                                                                               
Kars-Çıldır gölü yolu… Yollarda kimsecikler yok. Ne kuşlar uçuyor, ne insanlar geçiyor... Yağmur çiseliyor, inceden inceye… Yarı buzlu göle uzanmış buz parçalarının sarmaladığı bir ağacın, yalnız kalan dallarında dolaşıyor gözlerim hüzünlü bir keyifle… “Elimi uzatsam” diyorum çocukluk günlerimin özlemleri ile... Çocukluk günlerimde, Başkent’teki iki katlı ahşap evimizin saçaklarından sarkan, kocaman- upuzun buzları koparışım geliyor gözlerimin önüne… Gülümsüyorum kendime, sessizce… Yol arkadaşlarıma belli etmediğim duygularımı yolluyorum buzun ağırlığı ile boynunu bükmüş kavak ağacının dallarının kucakladığı dalgalarla, geçmiş yıllarımın unutulmaz günlerine… Dünden kalan gençlik anılarımla birlikte, yitimsiz sevdalarımın gizlendiği dar sokaklarda ışıklı gözlerimle dolaşıyorum, dizelerimi yanıma alarak, her zamanki gibi sessizce ve de keyifle...

Aşkımdı yıllar öncesinde / inceden, inceden çiseleyen / beklentili gözlerimde
Yakamozlu sevdalarımdı daldan dala zıplayan / maymun iştahlı gönlümde
Yıldızlardı gerçek dostlarım / sevda kokulu gecelerimin sorgulu gizeminde
Geleceğimdi fırtınadan sonra  /  yaşam kıyılarından topladığım gerçeklerimde

Gülün kokusuydu / kırmızı rengin gölgesinde / imgelerimi sarhoş eden
Sevda türküleriydi / bahar rüzgârlarıyla açık penceremden / gönlüme sormadan giren
Düşlerimdi yaşam evrenime /  yakamozlu sevdaları keyfince serpeleyen…

Gezi Notlarım-  Kars- Çıldır Gölü -Yine Yollardayım


YAZGI DEĞİL BU


“ Kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, sıcak demeyip
Cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, o ilahi
Kadınlarımız olmuştur. Onun için hepsini büyük ruhlu
Ve büyük duygulu kadınlarımızı, analarımızı, şükran ve
Minnetle ebediyen taziz takdis edelim.” 
M. Kemal ATATÜRK 
                                                   
Her yıl 26–30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlamaya hazırlanıyoruz. Ulusal Birliğimizin üzerinde oynanan oyunlar, içinde bulunduğumuz zor koşullar karşısında çaresizliğime kahrediyorum… İçimi yakıyor olup bitenler… Duygularımı kalemim ile paylaşarak bir çıkış yolu arıyor, geçmişe açık bir pencereden bakarak gerçekleri, inandıklarımı kâğıtlarla paylaşıyorum… Öyle çok ki yazmak istediklerim. Önümdeki yaşam süremin yetmeyeceğini de biliyorum… Kimin yetmiş ki benim yetsin…

New York’ ta, Amerika Birleşik Devletlerinin en kalabalık, adı her yerde anılan en büyük kentlerinden birinde, bir dünya kentindeyim… Çok sayıda tekstil fabrikasında binlerce yoksul kadın çalışıyor bu kentte. Yoksul mahallelerde yoksullukları ile başa çıkmaya çalışan bu kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok… Günde en az 15 saat çalışıyorlar... Çalıştıkları iş yerlerinin koşulları çok yetersiz ve de sağlıksız... Köleler gibi çalışmalarına karşın çok düşük ücret alıyorlar… Erkek işçilerin de çalışma koşulları ve ortamları kadınlardan farklı değil. Ancak kadınlara göre iki kat fazla ücret alıyorlar… Bu durum yalnızca Amerika’da, New York kentinde görülmüyor... Avrupa ülkelerinden özellikle İngiltere ve Fransa’da da kadınlar sömürülüyor benzer yöntemlerle...

Tarih 8 Mart 1857... İnsanca yaşama hakkını almaya karar vermiş olan 40 bini aşkın dokuma işçisi kadın sözü edilen haksızlığa “dur diyebilmek, seslerini duyurabilmek için sokaklara çıktılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, evrenin var oluşundan bu yana, yaşama şansı bir anlamda elinden alınmış, değeri bilinememiş, emeğinin karşılığını alamamış hemcinsleri için başkaldırdılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, horlanmış, itilip kakılmış, yeteneğini bir türlü kanıtlayamamış, eğitimden yoksun, kimliği olmayan,  aşkına- sevgisine sahip çıkmak için haksızlığa baş kaldırmış, kumalığı kabul etmeyen kadınların hakları ve özgürlükleri adına da sokaktalar... Cinsel istismara uğramış, töre cinayetine kurban gitmiş kadınlar adına sokaktalar… Anadolu insanımızın söylediği gibi erkeklere ; “ yetti artık, inceldiği yerden kopsun, ne haliniz varsa görün” demek için sokaktalar… Yalnız kendileri için, geçmiş için, o gün için değil, gelecekteki kadınlar ve kucaklarına alıp sevemedikleri çocukları, benzer kaderi paylaşacak olan torunları için sokaktalar... Tek sözcükle; “ zengin- fakir, genç- yaşlı, sağlıklı- hastalıklı, tüm kadınların hakkını aramak için, çocuklarının geleceği için” sokaktalar… “Eşit işe eşit ücret, iş yerlerinde, günde 8–10 saatten fazla çalışmamak, erkekle eşit haklara sahip olmak”  için sokaktalar…
Eylem sırasında kadınlar dövülüyor, hırpalanıyor, yerlerde sürükleniyor… İş yerlerinde çıkan yangında pek çok kadın yanarak, dumandan boğularak yaşamlarını yitiriyor… Üstüne üslük, son anda ölümden dönen kadınlar tutuklanarak ceza evine yollanıyorlar... İş yeri koşulları sağlıksız olduğu için sokaklara dökülen kadınların alın yazıları değişmiyor… Bu kez de ceza evlerinin korkunç koşullarına ister istemez katlanıyorlar… Günümüzde de böyle olmuyor mu? Kadın ya da erkek farkı gözetmeden, hakkını arayan herkes, benzer olaylarla karşı karşıya gelmiyor mu?

Amerika Birleşik Devletlerinde Toplum Hekimliği uzmanlık eğitimimi sürdürdüğüm 1970li yıllarda, çalıştığım üniversitenin kız öğrencilerini polis, hem de üniversitenin bahçesinde saçlarından tutarak yerlerde sürüklemişti… Öğrencilerin direnişlerinin tek nedeni, sınav tarihinin değişmesi ile ilgili idi... Masum bir eyleme katılmışlardı öğrenciler ve de haklıydılar haklarını arama konusunda… O günlerde, çok şaşırmıştım bu görüntü karşısında. Bu gün olsa hiç şaşırmaz, doğal karşılardım demokratik olmayan bu davranışı… Çünkü Amerika Yönetiminin maskesiz-gerçek yüzünü görebiliyorum şimdi üçüncü gözümle…

New York, 8 Mart 1908… 51 yıl sonra, işçi kadınlar değişmeyen iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, oy kullanma, seçme- seçilme hakkı için eylem yapıyorlar... Yalnızca zengin erkeklere tanınan bu haklardan, eşit olarak herkesin yararlanmasının gerekliliğini savunuyorlar… Diğer bir deyişle kadınlar, yönetime katılma, yöneteni seçme hakkı için sokaktalar… İşçi kadınları sokağa döken haksızlıklar anlatılmakla, yazılmakla bitmiyor… Taş plaklardan, Safiye Ayla’nın sesinden dinlediğim, Türk musikisinin beğenilen bir şarkısının sözlerini anımsıyorum bir anda ; “ Söylemek istesem gönüldekini dilime dolanan ıstırap olur /  yazsaydım derdimin ben bir tekini / ciltlere sığmayan bir kitap olur.” Duygularımız ciltlere sığmayan kitap yazdırıyorsa, yıllardır biz kadınlara yapılan haksızlıkları nerelere sığdırabilirdik acaba? Kanımca, gizemini çözemediğimiz göklere bile sığmayacak boyutlarda idi kadınlarımızın sorunları…

O günün koşullarında, haklı olduğu kabul edilen başkaldırı, bugün için de geçerliliğini koruyor. Aslında, değişen çok bir şey yok evrende… Kadınlar hala sömürülüyor, tecavüze uğruyorlar, hem de yakınlarının örneğin; babalarının, kardeşlerinin, eniştelerinin, dayılarının, amcalarının tecavüzüne uğruyorlar... Erkekler aklanıp paklanıyor, kadınlar öldürülüyor, bazen bedenlerinde ve kucaklarında taşıdıkları bebeleri ile… Evet, satılıyorlar, töre ve aşk cinayetlerine kurban gidiyorlar, emeklerinin karşılığını asla alamıyorlar… Sırtından sopa, karınlarından bebe eksik olmuyor... Üstlerine kuma getiriliyor, duygularına ihanet ediliyor. Ulusal dillerini öğrenemiyorlar okuyup yazamıyorlar. Mesleklerini, işlerini, eşlerini kendileri seçemiyor. Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün, ATAMIZIN bırakıtı( emaneti) olan, Türkiye Cumhuriyeti Yasalarının onlara verdiği haklardan ve özgürlüklerden göz göre, göre yararlanamıyorlar... Erkeğe köle ediliyorlar bir anlamda. 10 yaşında, ufacık bir çocukken bile satılıyorlar babaları, dedeleri yaşındakilere… Kaçıyorlar kabullenemedikleri yaşamlarından, bir bilinmeyene / Taşı toprağı altın olan kentlere… Oralarda istemeseler, direnseler bile çarnaçar, bedenlerini satarak, içki ve maddelerle tanışarak, yaşamaya mahkûm ediliyorlar. Bırakın kimliklerine sahip çıkmalarını, bedenleri bile tutsak oluyor yanlış düşüncelere, davranışlara ve yaşamlara… Bir bakıyorsunuz, saçlarının bir telinin bile görülmesine izin verilmiyor. Güneşi göremiyor burka ile örtülü masum bakışlı rengi belirsiz gözleri… Gülmeyi öğrenemiyor dudaklar, sevgiye kucak açamıyor kollar… Yürek bumburuşuk duygularla donatılmış… Yaşamın ne anlamı ne değeri yok onlar için... Bazen kalın bir ipin ucunda, bazen coşkun akan bir ırmağın buz gibi soğuk sularında, bazen bir helâ köşesinde dindirmeye çalışıyorlar acılarını, bir bilinmeyene doğru çıktıkları erken ve çok zor bir yolculu yeğliyorlar... “Öldü de kurtuldu” diyor yakınları nedenini bilmedikleri bu yok oluş için. Onları, dokuz ay karnında taşımış, sütüyle beslemiş, hasta olduğunda başında beklemiş anaları bile sarılıyor o uğursuz sözcüklere... Ağıtlar yakılıyor, dinlere özgü törenler yapılıyor, törelere özgü gömütler hazırlanıyor... Yaşama doyamamış gövdesi yakılıyor, külleri dağ yamaçlarına, sulara serpiliyor, toprağın görünen yüzüne hece tahtası dikiliyor, yeşile boyalı, al lale işlenmiş. Bu bir kaçış aslında… Zavallı dünya insanının kendinden bilinçsizce kaçışı bu… Vicdanları susuz, sabunsuz temizleme yöntemi bir anlamda… Dünyanın her yerinde bu böyle denilerek noktalanıyor bu olup bitenler…     

Yıl 1910…Yer Danimarka- Kopenhag’ da, “Uluslararası Kadın Konferansı toplantısında bir karar alınıyor…8 Mart tarihi; “Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul ediliyor… Amerika’da bir grup kadının ölümüne baş kaldırışının üstünden 43 yıl geçmiş ve biz yeni uyanıyoruz. Bunu izleyen yıllarda kadınların hakları ve özgürlükleri ile ilgili çok sayıda toplantı yapılıyor, kararlar alınıyor. Sonra; “ neler oluyor, neler değişiyor?” soruları geliyor yeni bir yüz yılda da akıllara… Yeni bir yüz yılda, teknolojinin alıp başını gittiği bir yüzyılda yalnızca bir avuç kadın haklarını ve özgürlüklerini koruyabiliyor… Yine bir avuç kadın, güçlüklere göğüs gererek, çağdaş eğitim alabiliyor ve doruklara çıkabiliyor ve kırmızı erk koltuklarına oturabiliyor… Çevresindekilerle ilişkilerini dengeli bir biçimde koruyabildikleri ve yanlış yapmadıkları sürece de dorukta kalmayı başarabiliyorlar. Hepsi bu kadar işte, yalnızca bir avuç kadın… Dünyada da böyle Ülkemizde de böyle. Oysa dünya’da yaklaşık üç milyar kadın, Türkiye’de yaklaşık beş milyon kadın değişmeyen alın yazıları ile yazık ki varlıklarını sürdüremeden yoklukları ile baş başa zorlu bir yaşamın savaşını vermeyi sürdürüyorlar…


“Suçlu kalk ayağa” diye soruyorum…  Sesimin, kendimden başlayarak evrendeki tüm insanların duymasını istiyorum… Güneşli, ay-yıldızlı, mavi beyaz bulutlarla kaplı göklerde çınlamasını istiyorum… Yazık ki; ayağa kalkma cesaretini gösterebilen hiç kimseyi ama hiç kimseyi göremiyorum… Ben bile kalkamıyorum… Utanıyorum…