“ Kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, sıcak demeyip
Cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, o
ilahi
Kadınlarımız olmuştur. Onun
için hepsini büyük ruhlu
Ve büyük duygulu kadınlarımızı, analarımızı,
şükran ve
Minnetle ebediyen taziz takdis edelim.”
M. Kemal ATATÜRK
Her yıl 26–30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlamaya hazırlanıyoruz. Ulusal
Birliğimizin üzerinde oynanan oyunlar, içinde bulunduğumuz zor koşullar karşısında
çaresizliğime kahrediyorum… İçimi yakıyor olup bitenler… Duygularımı kalemim
ile paylaşarak bir çıkış yolu arıyor, geçmişe açık bir pencereden bakarak
gerçekleri, inandıklarımı kâğıtlarla paylaşıyorum… Öyle çok ki yazmak istediklerim.
Önümdeki yaşam süremin yetmeyeceğini de biliyorum… Kimin yetmiş ki benim
yetsin…
New York’ ta, Amerika Birleşik Devletlerinin en
kalabalık, adı her yerde anılan en büyük kentlerinden birinde, bir dünya kentindeyim…
Çok sayıda tekstil fabrikasında binlerce yoksul kadın çalışıyor bu kentte.
Yoksul mahallelerde yoksullukları ile başa çıkmaya çalışan bu kadınların hiçbir
sosyal güvenceleri yok… Günde en az 15 saat çalışıyorlar... Çalıştıkları iş
yerlerinin koşulları çok yetersiz ve de sağlıksız... Köleler gibi çalışmalarına
karşın çok düşük ücret alıyorlar… Erkek işçilerin de çalışma koşulları ve
ortamları kadınlardan farklı değil. Ancak kadınlara göre iki kat fazla ücret
alıyorlar… Bu durum yalnızca Amerika’da, New York kentinde görülmüyor... Avrupa
ülkelerinden özellikle İngiltere ve Fransa’da da kadınlar sömürülüyor benzer
yöntemlerle...
Tarih 8 Mart 1857... İnsanca yaşama hakkını almaya
karar vermiş olan 40 bini aşkın dokuma işçisi kadın sözü edilen haksızlığa “dur”
diyebilmek, seslerini duyurabilmek için sokaklara çıktılar… Belki de; yalnız
kendileri için değil, evrenin var oluşundan bu yana, yaşama şansı bir anlamda
elinden alınmış, değeri bilinememiş, emeğinin karşılığını alamamış hemcinsleri
için başkaldırdılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, horlanmış, itilip
kakılmış, yeteneğini bir türlü kanıtlayamamış, eğitimden yoksun, kimliği
olmayan, aşkına- sevgisine sahip çıkmak
için haksızlığa baş kaldırmış, kumalığı kabul etmeyen kadınların hakları ve
özgürlükleri adına da sokaktalar... Cinsel istismara uğramış, töre cinayetine kurban
gitmiş kadınlar adına sokaktalar… Anadolu insanımızın söylediği gibi erkeklere ; “ yetti artık, inceldiği yerden kopsun,
ne haliniz varsa görün” demek için sokaktalar… Yalnız kendileri için,
geçmiş için, o gün için değil, gelecekteki kadınlar ve kucaklarına alıp
sevemedikleri çocukları, benzer kaderi paylaşacak olan torunları için
sokaktalar... Tek sözcükle; “ zengin-
fakir, genç- yaşlı, sağlıklı-
hastalıklı, tüm kadınların hakkını aramak için, çocuklarının geleceği için”
sokaktalar… “Eşit işe eşit ücret, iş
yerlerinde, günde 8–10 saatten fazla çalışmamak, erkekle eşit haklara sahip
olmak” için sokaktalar…
Eylem sırasında kadınlar dövülüyor, hırpalanıyor,
yerlerde sürükleniyor… İş yerlerinde çıkan yangında pek çok kadın yanarak,
dumandan boğularak yaşamlarını yitiriyor… Üstüne üslük, son anda ölümden dönen
kadınlar tutuklanarak ceza evine yollanıyorlar... İş yeri koşulları sağlıksız
olduğu için sokaklara dökülen kadınların alın yazıları değişmiyor… Bu kez de ceza
evlerinin korkunç koşullarına ister istemez katlanıyorlar… Günümüzde de böyle
olmuyor mu? Kadın ya da erkek farkı gözetmeden, hakkını arayan herkes, benzer
olaylarla karşı karşıya gelmiyor mu?
Amerika Birleşik Devletlerinde Toplum Hekimliği uzmanlık
eğitimimi sürdürdüğüm 1970li yıllarda, çalıştığım üniversitenin kız
öğrencilerini polis, hem de üniversitenin bahçesinde saçlarından tutarak
yerlerde sürüklemişti… Öğrencilerin direnişlerinin tek nedeni, sınav tarihinin
değişmesi ile ilgili idi... Masum bir eyleme katılmışlardı öğrenciler ve de
haklıydılar haklarını arama konusunda… O günlerde, çok şaşırmıştım bu görüntü
karşısında. Bu gün olsa hiç şaşırmaz, doğal karşılardım demokratik olmayan bu
davranışı… Çünkü Amerika Yönetiminin maskesiz-gerçek yüzünü görebiliyorum şimdi
üçüncü gözümle…
New York, 8 Mart 1908… 51 yıl sonra, işçi kadınlar
değişmeyen iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, oy kullanma,
seçme- seçilme hakkı için eylem yapıyorlar... Yalnızca zengin erkeklere tanınan
bu haklardan, eşit olarak herkesin yararlanmasının gerekliliğini savunuyorlar…
Diğer bir deyişle kadınlar, yönetime katılma, yöneteni seçme hakkı için
sokaktalar… İşçi kadınları sokağa döken haksızlıklar anlatılmakla, yazılmakla
bitmiyor… Taş plaklardan, Safiye Ayla’nın sesinden dinlediğim, Türk musikisinin
beğenilen bir şarkısının sözlerini anımsıyorum bir anda ; “ Söylemek istesem gönüldekini dilime dolanan ıstırap olur / yazsaydım derdimin ben bir tekini / ciltlere sığmayan
bir kitap olur.” Duygularımız ciltlere sığmayan kitap yazdırıyorsa, yıllardır
biz kadınlara yapılan haksızlıkları nerelere
sığdırabilirdik acaba? Kanımca, gizemini çözemediğimiz göklere bile sığmayacak
boyutlarda idi kadınlarımızın sorunları…
O günün koşullarında, haklı olduğu kabul edilen
başkaldırı, bugün için de geçerliliğini koruyor. Aslında, değişen çok bir şey yok
evrende… Kadınlar hala sömürülüyor, tecavüze uğruyorlar, hem de yakınlarının
örneğin; babalarının, kardeşlerinin, eniştelerinin, dayılarının, amcalarının
tecavüzüne uğruyorlar... Erkekler aklanıp paklanıyor, kadınlar öldürülüyor,
bazen bedenlerinde ve kucaklarında taşıdıkları bebeleri ile… Evet, satılıyorlar,
töre ve aşk cinayetlerine kurban gidiyorlar, emeklerinin karşılığını asla alamıyorlar…
Sırtından sopa, karınlarından bebe eksik olmuyor... Üstlerine kuma getiriliyor,
duygularına ihanet ediliyor. Ulusal dillerini öğrenemiyorlar okuyup yazamıyorlar.
Mesleklerini, işlerini, eşlerini kendileri seçemiyor. Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün, ATAMIZIN bırakıtı(
emaneti) olan, Türkiye Cumhuriyeti Yasalarının onlara verdiği haklardan ve özgürlüklerden
göz göre, göre yararlanamıyorlar... Erkeğe köle ediliyorlar bir anlamda. 10
yaşında, ufacık bir çocukken bile satılıyorlar babaları, dedeleri yaşındakilere…
Kaçıyorlar kabullenemedikleri yaşamlarından, bir bilinmeyene / Taşı toprağı
altın olan kentlere… Oralarda istemeseler, direnseler bile çarnaçar, bedenlerini
satarak, içki ve maddelerle tanışarak, yaşamaya mahkûm ediliyorlar. Bırakın kimliklerine
sahip çıkmalarını, bedenleri bile tutsak oluyor yanlış düşüncelere,
davranışlara ve yaşamlara… Bir bakıyorsunuz, saçlarının bir telinin bile görülmesine
izin verilmiyor. Güneşi göremiyor burka ile örtülü masum bakışlı rengi belirsiz
gözleri… Gülmeyi öğrenemiyor dudaklar, sevgiye kucak açamıyor kollar… Yürek
bumburuşuk duygularla donatılmış… Yaşamın ne anlamı ne değeri yok onlar için...
Bazen kalın bir ipin ucunda, bazen coşkun akan bir ırmağın buz gibi soğuk sularında,
bazen bir helâ köşesinde dindirmeye çalışıyorlar acılarını, bir bilinmeyene
doğru çıktıkları erken ve çok zor bir yolculu yeğliyorlar... “Öldü de kurtuldu” diyor yakınları
nedenini bilmedikleri bu yok oluş için. Onları, dokuz ay karnında taşımış, sütüyle
beslemiş, hasta olduğunda başında beklemiş anaları bile sarılıyor o uğursuz
sözcüklere... Ağıtlar yakılıyor, dinlere özgü törenler yapılıyor, törelere özgü
gömütler hazırlanıyor... Yaşama doyamamış gövdesi yakılıyor, külleri dağ
yamaçlarına, sulara serpiliyor, toprağın görünen yüzüne hece tahtası dikiliyor,
yeşile boyalı, al lale işlenmiş. Bu bir kaçış aslında… Zavallı dünya insanının kendinden
bilinçsizce kaçışı bu… Vicdanları susuz, sabunsuz temizleme yöntemi bir anlamda…
Dünyanın her yerinde bu böyle denilerek noktalanıyor bu olup bitenler…
Yıl 1910…Yer Danimarka- Kopenhag’ da, “Uluslararası
Kadın Konferansı” toplantısında
bir karar alınıyor…8 Mart tarihi; “Dünya
Emekçi Kadınlar Günü” olarak
kabul ediliyor… Amerika’da bir grup kadının ölümüne baş kaldırışının üstünden
43 yıl geçmiş ve biz yeni uyanıyoruz. Bunu izleyen yıllarda kadınların hakları
ve özgürlükleri ile ilgili çok sayıda toplantı yapılıyor, kararlar alınıyor.
Sonra; “ neler oluyor, neler değişiyor?”
soruları geliyor yeni bir yüz yılda da akıllara… Yeni bir yüz yılda,
teknolojinin alıp başını gittiği bir yüzyılda yalnızca bir avuç kadın haklarını
ve özgürlüklerini koruyabiliyor… Yine bir avuç kadın, güçlüklere göğüs gererek,
çağdaş eğitim alabiliyor ve doruklara çıkabiliyor ve kırmızı erk koltuklarına oturabiliyor… Çevresindekilerle ilişkilerini dengeli bir biçimde
koruyabildikleri ve yanlış yapmadıkları sürece de dorukta kalmayı başarabiliyorlar.
Hepsi bu kadar işte, yalnızca bir avuç kadın… Dünyada da böyle Ülkemizde de
böyle. Oysa dünya’da yaklaşık üç milyar kadın, Türkiye’de yaklaşık beş milyon
kadın değişmeyen alın yazıları ile yazık ki varlıklarını sürdüremeden
yoklukları ile baş başa zorlu bir yaşamın savaşını vermeyi sürdürüyorlar…
“Suçlu kalk ayağa” diye
soruyorum… Sesimin, kendimden başlayarak evrendeki tüm
insanların duymasını istiyorum… Güneşli, ay-yıldızlı, mavi beyaz bulutlarla
kaplı göklerde çınlamasını istiyorum… Yazık ki; ayağa kalkma cesaretini
gösterebilen hiç kimseyi ama hiç kimseyi göremiyorum… Ben bile kalkamıyorum… Utanıyorum…