28 Nisan 2014 Pazartesi

BİR YOL TUTTURMUŞUM

YIL 1962 TIP FAKÜLTESİNDE ÖĞRENCİYİM VE HEDEFİM PATALOJİ UZMANI OLABİLMEK.
ÇOCUK HEKİMİ OLDUM AMA YILLAR SONRA ÇOK İSTEMİŞİM DEMEK Kİ BU KONUDA DERSLER VERDİM.
VE O YILLARDA HEDEFİMİ ANLATAN ŞİİRİMİ KALEMİ ALMIŞIM. (YIL 1962)

MUTLULUK YOLU

Bir yol tutturmuşum…

Sisler ardında aydınlık,
Sisler ardında yağmurlu,

Ve sisler ardında.
Yedi rengi parlar güneşin.

Bir alem hayal etmişim…
Yeşiller içinde sükut.
Irmaklar içinde
Saadet çağlar.

Bir düşüncedir almış beni…
Kâh karamsar,
Kâh  neşeli,
Kâh pembe görür gözüm yolları,
Kâh ısrarlı.

Bir heykel yaratmışım…
Bronzdan.
Yarısı ilâh!
Yarısı insan!
Ve altından bir kalp,
Gümüşten isim vermişim ona..
Pırıl pırıl.

Bir türkü tuturmuşum.
Durdurmak için dertlerini insanların..
Bazı neşeli,
Bazı gurbet kokan mısralarımda,

Bir gayrete düşmüşüm…
Karınca misali..
Hasat vermek
Saadet vermek için insanlara..
Bilmediğim dertlere.

Bir yol tuturmuşum .
Sisler çekilince,
Toprağı aydınlık.
Sisler çekilince,
Yedi rengi parlar gökte güneşin.


(Mayıs 1962 Tıp Fakültesi öğrencisiyden) 
ORJİNAL METİN (Anı defterimden)

TOPLUMSAL KOKU

TOPLUMSAL  KOKU

Kahvehanede  yaşarsan
Çay kokarsın, kahve kokarsın.

Meyhanede rakı şarap içersen.
Keyif kokarsın

Tüttürürsen sigarayı
Tütün kokarsın

Dolaşırsan sokaklarda bomboş
Toplum kokarsın.

Mutluysan evinde
Yaşam kokarsın.
Sevgi kokarsın, saygı kokarsın.

Yelken açma yanlışlara
Yalpalanırsın sağa sola,
Mutsuzluk kokarsın
Umutsuzluk kokarsın.

Sevdalıysan okumaya, yazmaya
Kitap kokarsın.
Kalem, kağıt kokarsın
Bilgi kokarsın, bilim kokarsın
İlke kokarsın, onur kokarsın.

Seçim senin dostum.

Güzelden yanaysa seçimin
Dost kokarsın,  dostluk kokarsın
Dört mevsimlik yaşamda
Yaşam kokarsın.

İlkesizlikten yanaysa seçimin
Onurumu tutamıyorsan
Avuçlarının içinde
Beynin küflenir
Küf kokarsın

İnsan sevgisiyle atmazsa yüreğin
Yokluğunu yaşarsın, yalnızlık kokarsın
Yalnız kalırsın.....
(Profesör Dr. Yıldız Tümerdem-14 Mayıs 2014 Sanat Yaprağı )


23 Nisan 2014 Çarşamba

BIRAKMA SAKIN İLKELERİNİ ÇOCUK

Yıldız Tümerdem*
Bırakma Sakın İlkelerini Çocuk


Ne güzel gülüyorsun çocuğum

Dişlerin gerçek inci
Dudakların gonca pembesi
Sevginin sıcaklığı yansımış
Yumuk güzel gözlerine

Ne güzel gülüyorsun çocuğum

Kahkaha yüklenmiş
Dingin evrenine
Bir çift beyaz güvercin
Kanat açıyor çevrende
Barışın simgesi
Kutsal zeytin dalları ile

Ne güzel yaşıyorsun çocuğum
Çağdaş insanı simgeleyen
Soluğunun gücüyle

Ne güzel bakıyorsun çocuğum
Senin olan geleceğine
Ay yıldızlı bayrağının
Evreni kucaklayan
Onurlu gölgesinde

Sahip çık çocuğum;
Atatürk ilke ve devrimlerine
Sımsıkı sarıl sıcacık bedeninle
Güçlü beyninle
Sevgi yüklü yüreğinle  
Ulusal Birliğini hep böyle koru
Karanlığa kafa tutan
Granit kayadan bile güçlü
Satın alınamayan aydın beyninle…


* Profesör- Çocuk ve Toplum Hekimi uzmanı

18 Nisan 2014 Cuma

MANASTIRIN "BAHE"SİYLE BİR ANIM.

Mardin’e gittiğimde, Süryani Deyrul Zafaran Manastırına annesinin bıraktığı Bahe lakaplı Cercis Kaptan’ın  resmini hatıra olsun diye çekmiştim.  
Arkasındaki ağaçtaki kuş kafesi ve hastalığının adının kuş hastalığı olması manidardı.
 01/Nisan/2014 tarihli Hürriyet gazetesinde öldüğüyle ilgili haberini görünce arşivimi karıştırdım.

O tarihlerde kendisini tanıdığımda  Hallerman-Streiff sendromu teşhisi koymuştum. 

Kuşa benzer yüz görünümü olan bir hastalık Hallerman-Streiff.

Rastgele de resmini çektiğim yerin arkasındaki ağaçtaki kuş kafesi de bu teşhisle birlikte, kişinin hastalığıyla aynı şekliyle uyuşması pek bir manidar geldi.

Bu resimdeki anı ile birlikte size Hallerman-Streiff sendromunu kısaca açıklayayım. (HSS) ilk kez 1948 yılında Hallerman ve 1950 yılında Streiff tarafından tanımlanmış  mandibulo-fasiyal anomalileri içeren bir sendromdur.  Ailesel olgularla  ortaya çıkmaktadır. Sendromun karakteristik klinik özellikleri; kuşa benzer yüz görünümü, mandibula ve maksilla hipoplazisi, büyüme ve gelişme geriliği, bilateral mikroftalmi, konjenital katarakt, diş anomalileri, deri atrofisi ve hipotrikozisdir ,Olgular, genellikle tekrarlayan solunum yolları enfeksiyonu, uyku  apne sendromu ve solunum arresti nedeni ile eksitus olmaktadırlar.

Kendisini tanıdığımda Yıl 1998 yılıydı. Mardin Kilisesinde bir hatıra olarak resmini almıştım. Tanıyı da koymuştum.

Yıllar sonra resmini gazetede görünce, 76 yaşında kalp yetmezliğinden vefat eden bu kişiyi anılarımla rahmetle andım. Süryaniler başta olmak üzere Mardin'de büyük üzüntü yaratmış Bahe'nin ölümü. Mardinli yönetmen Haydar Demirbaş'ta bahçıvanlık yapan Bahe'nin yaşamını anlatan "Misafir" adlı belgeselle anlatmış. 

Güzel bir anı, değişik bir hastalık tanısı.. 


14 Nisan 2014 Pazartesi

İÇİNDEN ÇIKILAMAYAN İKİLEMDİR YAŞAM

Yıldız Tümerdem
İçinden Çıkılamayan
İkilemdir Yaşam

Ben mi değiştim yoksa çevremdekiler mi?  Evren mi başkalaştı yoksa bana mı öyle geliyor? Yaşam; “İçinden çıkılamayan bir ikilem” diye düşünüyorum, özellikle de son yıllarda… Besbelli, yepyeni ve değişik konuları işleyen kitapları okumak pek yaramadı bana… Beynim ; “üçüncü gözün ile görmelisin artık ” diyerek emirler yağdırıyor, ardı ardına... Oysa yıllar yılı, üçüncü bir gözümün olduğunu bile bilmiyordum…  Bu nedenle de yaşama, herkes gibi iki gözümle bakıyordum… Başkaları gibi, gözlerimi kapattığım da oluyordu arada sırada... Keşke öyle kalsaydım / kalabilseydim… Ama olmuyor, olmuyor işte… Öylesine değişti ki çevrem ve çevremdekiler, tanıyamıyorum çoğunu… Kendime sorduğum; “Burası orası mıydı, bunlar onlar mıydı?”sorusunun yanı sıra; “Hani çocukluklarında okuma yazma öğrettiğim, bir baltaya sap olmaları, öz güvenlerini kazanmaları için zaman harcadığım,  perişan olmamaları için başlarını sokacak bir evleri olsun diye çırpındığım, bilgimi onlarla karşılık beklemeden paylaştığım, yetiştirdiğim, bilimsel toplantılarda konuşmayı - yazı yazmayı öğrettiklerim. Önümde el pençe duranlar, çantamı taşımak istediklerinde geri çevirdiklerim. Katıldıkları bilimsel toplantılarda nasıl davranacaklarını, ne giyip giyemeyeceklerini, dans etmeyi, şarkı söylemeyi bile benden öğrenenler. Eş seçmelerine destek olduğum, nikâhlarında şahitlik yaptığım, yüzüklerini taktıklarım. Hastalandıklarında, yakınlarını kaybettiklerinde yalnız bırakmadığım, iyi günlerinde de kötü günlerinde de yanlarında olduklarım…” sorularının yanıtını da kendim veriyorum, her zamanki gibi zorlanmadan… Anadolu’nun arif insanları boşuna dememiş; “ insanoğlu çiğ süt emmiş, nankörlüğü bundandır” diye…“Bu güne kadar, bu ve benzer soruları kendilerine sorup, yanıtlarını kendileri verenler olmuş mudur acaba benim gibi?” diye düşünmeden edemiyorum…

İşte böyle! Yaşadığım evrende, çıkarların kol gezdiğini gördüğümde kahrolmamak olası değil… Durup, bir salise bile düşünmek insanı mutsuz etmeye yetiyor da artıyor bile… Önemli olan ruh sağlığımızı bozmadan yaşamayı yakalayabilmek... Doğayı bile çıkarlarının kurbanı etti insanoğlu… Buzulları erittik, dereleri ve gölleri kuruttuk, kar yağmıyor artık kış günlerinde, yazın sıcağı kor ateş olup yakıyor, yok ediyor özgür doğadaki yeşilimizi. Tarlalara, bağlara, bahçelere çok katlı binalar diktik… Ormanları yaktık, hayvanları postları için vurduk… Ava gidip avlandı ama akıllanmadık. Tertemiz, yemyeşil, bembeyaz dumanlı dağlarda, kömür kokulu bacaları tüttürdük… Dereler, nehirler mavi akmıyor artık. Mavi denizler, şiirsel göller boz bulanık. Göç kuşlarının sulakları işgal altında... Bacalarda leylekler yok… Ailelerini geçindirmeye çalışan analar, babalar ve okumaya çalışırken ailelerini de geçindirmeyi ilke edinmiş gençlerimiz, okul çocuklarımız gibi beyaz kanatlı martılarımız da, sokak aralarında çöp tenekelerinden çöp toplayarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar… Teneke kutular, naylon torbalar, sigara paketleri, çekirdek kabukları ile birlikte yaşamaya zorlanan, geleceği ışıksız erkek çocuklarımız, gençlerimiz… Bazı sokakların aralarında, kız çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlı nenelerimiz, dedelerimiz de çöp toplayarak yaşamda kalma çabasındalar… Çöpten buldukları ile karınlarını doyururken, zehirlenenleri öğreniyoruz, Medya dediğimiz, televizyon, gazete ve radyolarımızdan…

Öylesine çok ki evreni ve evrendekileri yok edecek, mutsuz edecek örnekler… Bir yanda yoksulluk, diğer yanda aşırı savurganlığın örnekleri… Gök delenler,  koskocaman arabalar, yatlar, gemiler, uçaklar, katlar, çiftlikler… Dünyayı gezip dolaşma… En pahalısından giyim- kuşam-yaşam… Bütün bunları edinmiş olanlar de bizler / kıt kanaat geçinenler / yoksullar gibi insan olarak doğmamışlar mı?

 İyi ki kitaplarım, defterim ve kalemim var böyle günlerimde karşılık beklemeden yardımıma koşan. Onlarla dertleşebiliyorum, yalnız onlar anlıyorlar beni. Haksızlık etmeyeyim, bir de, masamın başında çalışırken penceremin önünden kanat çırparak uçan dost martılar var… Penceremin önündeki ekmek parçaları, buğday taneleri tanıştırmıştı bizi İstanbul’a geldiğim o ilk günlerde… Bu arada; onlarca yıllık dört mevsimi paylaştığım eşim, çocuklarım ve onların aileleri, seçtiğim dostlarım, aydın-bilgili, deneyimli, yetenekli arkadaşlarımla paylaştığım dingin ve mutlu yaşamımı, düş evrenimden soyutlayarak yaşadığımı da vurgulamak isterim, gerçekleri göz ardı etmeden, benim olan gerçek evrenimde… Kanımca, gerçekler ve imgeler; yaşamın sonsuz olmadığını bilen, doğru davranışları ve seçimleri ile her yaşta ve konumda,  sevgi dolu saygın yaşamlarını elleri arasında sımsıkı tutabilenleri mutlu edebilen üçlüdür, diğer bir söylemle de kutsal birlikteliktir…
Günlüğümün sayfaları arasından seçtiklerim- 6 Haziran 1995


KALP VAKFIYLA BİRLİKTE BU HAFTASONU ZİYARETLERİMİZ ÇOKTU.

BU HAFTA SONU BOŞ DEĞİLDİK. ÖNCE DOĞA KOLEJİNDE, SONRA BARBAROS POİNT OTELDE, ACIBADEM-FULYA HASTANESİ VE KALP VAKFININ GERÇEKLEŞTİRDİĞİ ETKİNLİKTEYDİK. GÜZEL SÖYLEŞİLERE BİRLİRTE İMZA ATTIK.  
BU KÜÇÜK MİNİKLER BEYAZ ÖNLÜKLERİYLE HEKİM OLDULAR. SONRA KALP İLE İLGİLİ KONUŞMALARI DİNLEDİLER. İÇLERİNDEN BİRİSİHE  YAKAMDAKİ TIP ROZETİNİ HEDİYE EDİNCE "BEN DE DOKTOR OLMAK İSTİYORUM DOKTOR TEYZE" DEDİ.
ONLARA BAŞARILAR DİLİYORUM ÖMÜRLERİNDEKİ TÜM TAHSİL HAYATLARINDA

11 Nisan 2014 Cuma

ŞİİRLERİMLE YAŞIYORUM

Gelecek avuçlarımda olmalı
gülüyorsun
mutlusun
gelecek için güvendesin
demektir…
işte benim istediğim de bu çocuk
ağlıyorsan.
sesini duyabiliyorsun
başın dimdikse eğer
güçlüsün demektir.
işte benim istediğim de bu çocuk..
susuyorsan
boynun bükükse
açsan susuzsan
geleceğin ışıksız
demektir..
işte beni kahreden
ağlatan
isyan ettiren de bu çocuk..
böyle olmamalısın
geleceğin
avuçlarının içinde olmalı
sımsıkı tutmalısın
kaybetmemelisin.

25 Mayıs 1998 Pazartesi Milliyet
 (Atilla Özsever'in Emek ve İnsan isimli köşesinde yayınlanmıştır.)
**************************************************************


GENÇLERE ÖĞÜT
Gençlik sevdalarımızı düşlerde yaşayalım
Yitimsiz anılarımızı yürekte saklayalım
Mutlu bir gelecek için yaşama ışık saçalım, 
Düne el sallayalım, bugüne sahip çıkalım.
Prof.Dr. Yıldız Tümerdem

***********************************************************



BİR MASALDIK
Sen hüzünlü sonbahar, bense hep ilkbahardım.
Kurumuş yaprak gibi savrulurdun rüzgarda.
Bense gül kokuluydum, rengarenk aşk çiçeğin
Uzatınca elini kanatırdı dikenim.

Sen yaz güneşiydin, bense gökteki yıldız.
Ne sen beni görürdün, ne de gündüz ben seni
Doğa aşkı gizlerdi, dolunaysa sevgiyi

Bir masaldık gizemli, dillerde dolaşmadık.
Kimseler bilemedi, hep düşlerde yaşadık.
Prof.Dr. Yıldız Tümerdem

9 Nisan 2014 Çarşamba

ALBÜM SAYFALARINDAN, SANAL ORTAMDA GEÇEN ANILARIM

Prof.Dr. Yıldız Tümerdem Cebeci Ortaokulundayken (Yıldız Sinoplu)
Ortaöğrenimini tamamladığı Cebeci Orta Okulunda, Türkçe öğretmeni Düriye KÖPRÜLÜ onu yüreklendirmiş yazı yazma konusunda. Ankara Kız Lisesindeki Edebiyat Öğretmeni Fazıla KANAT, Edebiyat öğrenimi yapmasını önermiş. Onun düşlerinde Hekim olmak varmış ve öyle de olmuş. Ama yazılarıyla okurlarına her zaman ulaşmayı başarmış.


     Ben yaşadım

Yılları ben yaşadım
Hesabını sorma hiç
Vermem gönül bilesin

İlkeliydim gençlikte
Şimdi de değişmedim

Yıpranan sevgileri
Saklama yüreğinde
Sil tümünü beyninden
Anılara koyma hiç.
Günlük-  Eylül 1997-Bakü-Pediatri Kongresi


ANADOLU'DA GÖREV ESNASINDA HABERSİZ ÇEKİLEN FOTOĞRAF

Bu fotoğrafın anekdotu: Anı gezisi fotoğrafı. Karsın ANi kasabasında, ipek yolu üstünde . Yıllar önce Kars ilinde komutan olan, bir kurmay albay ile tanışmıştım bir konferansta. konuk etmişti Belediye veÜniversite. Sağlık taraması da yapmıştım. O komutanın vefatını  gazetede gördüğümde çok üzüldüm. Hocam : burasının  gerçek adı ANI . Ani değil. Saka türkleri yapmış bu kaleyi.Girişteki gamalı haç da Orta Asyalıların simgesi. Hitler örnek almış. Kendisi düşünmemiş. 
Altındaki üçgen de musevilerin değil. orta asyalıların. Her ikisinin anlamı; özgürlük, güç, dürüstlük, başarı imiş. 
Gezerseniz /görürseniz /okursanız / paylaşırsanız mutlu yaşarsınız. 
Dünya Kadınlar Gününde.

İDİL'DE HALKA SAĞLIK TARAMASI YAPILIRKEN

ÖZEL BİR OKULDA ÖĞRENCİLERE SAĞLIK İLE İLGİLİ BİLGİ VERİRKEN

ANADOLU DA ÖĞRENCİLERİN SORUNLARINI DİNLERKEN

Resim yazısı ekle


ÖĞRENCİLERLE BİRLİKTE YERDE ONLARI  SAĞLIK TARAMASI YAPARKEN

ÖĞRENCİLERE DERS ANLATIRKEN
ÇAPA TIP FAKÜLTESİNDE GÖREVLİ İKEN








7 Nisan 2014 Pazartesi

YANSIMAYIM

YANSIMAYIM ŞİİRİME ÇOK GÜZEL UYAN BİR RESMİM.  GÖLETE VURAN SİLUETİM.


Yansımayım
atom çekirdeği
kromozom kolu
gen yapısı

gölgeyim
öğle saatlerinde
su damlaları bekleyen
toprağa







saman yoluyum
kıvrımları ışıklı
ışıksız kentlerde
gök kubbede konuk






gün ortasıyım
güneşi
sorgulamadan 
yaşayan






sayfayım
ucu tükenmeyen
kalemlere tanıdık
mürekkebi bitmeyen 
bir divit
tarihe saygılı

kitap sayfalarıyım
raflarda
tozlanmadan okunan
bilim kokulu




gizemliyim
kızıl derili şaman
Afrikalı büyücü
avuçlarımda doğa
dört mevsim




Anadolu'da bereketli toprak
başı dumanlı dağlarda 
ateş kartalı
kanatları güçlü
fırtınalı günlere inat



yansımayım dost gönüllere 
sevgi armağanlı
kimsenin görmediği
bir evrende
yansıyan



Yıldız Tümerdem(Sanat Yaprağı dergisinde yayınlanan şiiri)

4 Nisan 2014 Cuma

NEDENİNİ BİR BİLEBİLSEM!

Yıldız Tümerdem
NEDENİNİ BİR BİLEBİLSEM!

Evreni aydınlatan ışığı severim ben
Oysa korkarsın ışıktan
Karanlığın içindeki
Karanlığa sevdalanmışsın sen

Nedenini bir bilebilsem!    

Sessizliğin içindeki
Dingin sesi severim ben
Oysa sesin içindeki
O anlamsız sessizliği seversin sen

Nedenini bir bilebilsem!


Okumayı severim ben
Bilgi dağarcığımı doldururum
Her gün yenicesine yeniden
Sevdalanmışım kitaplara
Çocuk olduğum günlerimden














Oysa sokak lambalarının
Loş ışığının peşine düşersin
Umarsız, duyarsız bakışınla
Seyreylersin çevrendekileri sen

Nedenini bir bilebilsem!

Gerçekleri düşlerle birlikte
Yazmayı severim ben
Oysa kalemsiz kâğıtsız yaşamı
Seçmişsin sen
Elinde boş bir teneke
Mutlu olursun o sesten

 Nedenini bir bilebilsem!
















Paylaşmayı severim ben
Oysa “nalıncı keseri” gibi
Her şeyi kendine yontmayı seversin
Elinde bir keser sapı kalır
Bakakalırsın, bakakalırsın sen

Nedenini bir bilebilsem!

El değmemiş doğayı severim ben
Büyüleyici doğallığa sevdalıyım ben
Oysa saltanat kayığında kasılıp
Sanal evrende mutsuz
Dolaşmayı seversin sen

Nedenini bir bilebilsen!

Soralım bakalım birbirimize
Hangimiz bulmuşuz
Dopdolu, mutlu yaşamayı
Hangimiz seçmişiz
Yaşamdaki doğruları?

Hadi yanıt verelim sorulara dürüstçe 
Verebilirsen sen ver benden önce

Veremesen çal kapımı… Çal kapımı




2 Nisan 2014 Çarşamba

KEŞKE ÇOCUK KALSAYDIM

Anılarımın Başkenti-Ankara
 Yıldız Tümerdem
Keşke Çocuk Kalsaydım

 Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, Başkentin eskimeyen, eski bir semtinde, sonraları Çocuk Hastanesi ve Tıp Fakültesi olan, Çocuk Hekimi ve Öğretim Üyesi olarak görev yaptığım, Hacettepe’de iki katlı ahşap bir evde geçti… Evimizin karşısında bir park vardı… Bir ucu Kurtuluş, diğer ucu Sıhhiye semtlerine ulaşan bu görkemli parkın içinden tren rayları geçerdi. Trenlerin düdük sesleri, mahalledeki biz çocukları heyecanlandırırdı… El salladığımız vagonlarda düşlerdik kendimizi, yeni yerler görebilme, yeni insanlar tanıma hayali ile… Parkın en yüksek yerinde, tam ortasında, mermer döşeli kocaman bir havuz ve bir eşi de Viyana’da olduğu söylenen, güzelliği ile büyüleyici bronzdan yapılmış, başında defne dallarını simgeleyen bir taç bulunan kadın ve kanatlı çocukların heykeli vardı... Fıskiyelerden yükselen su sesine, rüzgârlar eşlik eder, bize kadar ulaşan neşeli çocuk şarkıları söylerlerdi… Güneşin selamladığı, yaz günlerinde çevresini serinleten su damlacıklarının oluşturduğu, gök kuşağının gizemli renkleri ile büyülenirdik… Zaman dururdu bizim için… Bu güzellikleri seyrederken kendimizden geçerdik... Bu gün bile ne zaman gök kuşağı görsem sulara aşık, benzer heyecanla yüreğim titrer, zaman durur, gözlerim çocuksu bir sevinçle parlar o günlerdeki gibi… Başkentin kışları bir başkaydı o zamanlar… Ahşap evlerimizin çatılarından buzdan havuçların sarktığı karlı-buzlu günlerde havuz da donardı… Ele avuca sığmayan biz çocuklar için vazgeçilmez bir kayak pisti oluşurdu... Koyu kahverengi üniforması ve göğsünden sallanan düdük ile dolaşan park bekçisinin gözetiminde sevinç çığlıkları atarak korkusuzca kayardık buzlar eriyinceye kadar…

On yıllar sonra bir gün, Amerika dönüşümde, Anıt Kabir’ e Atamızı ziyarete giderken, Tandoğan Meydanında, Anıt Tepe sapağında, küçücük bir parkta rastladım eski dostlarıma… Çok şaşırdım, heyecanlandım, dondum kaldım. Hacettepe Parkından buraya taşınmalarının nedenini anlayamadım ama daha sık görebileceğim için mutlu oldum… Çünkü Anıt Kabir’ e çıkan yolun köşesinde idiler… Yerlerine yakışmışlardı… Fıskiyeden saçılan su damlacıkları, eskiden olduğu gibi, çevreyi serinletiyordu… Gök kuşaklı renkleri ile küçük de olsa su dolu bir havuzun ortasında, hala büyüleyici ve gizemliydiler… Göz göze geldiğimizde, dünün yerinde duramayan çocuğu, bu günün iki çocuk annesi olan beni anımsadılar… Onları unutamayan arkadaşlarını buruk bir tebessümle, heyecanla, içtenlikle selamladılar…

Hacettepe parkındaki neşeli çocuk kahkahalarının yerini az sayıda bile olsalar, serçelerin cıvıltıları,  güvercinlerin ve kargaların çığlıkları almıştı... Yine de mutluydular eski günlerdeki kadar olmasalar bile… İnsanlarla birlikte yaşıyorlardı ya, bu bile şanstı onlar için… Üstelik Anıt Kabir’ e giden yolun başında idiler… Bu bile yeterdi mutlu olmaları için… Ankara’ya bir başka gidişimde, dostlarıma merhaba demek istedim... Bir de ne göreyim, Kütahya Porselenin reklam amaçlı, kuşların bile konmadığı, devasa demlikli çaydanlığı dostlarımın yerine yerleşmiş, şaşkın ve boş bakışlarla çevrelerini seyre koyulmuşlardı… Susuz, duygusuz ve yalnızdılar… İçim burkuldu acı ile ihanete uğramıştım, çocukluk anılarım elimden alınmıştı sanki… Sordum soruşturdum, sonunda gerçeği öğrendim… Epeyce bir para gerekiyordu Başkent’ in yeni yöneticilerine… Kütahya porselenini üretenler bunu sağlamışlardı fazlası ile anlaşılan… Heykeldeki kadınlar ve çocuklar çıplaktı… Acaba bu nedenle mi kaldırılmışlardı? Günaha sokabilirler miydi önündeki caddeden bakarak gelip geçenleri, özellikle de erkekleri… belki de biz kadınlar için itici gelebilirdi bu demir yığını…Bu bir anlık düşüncemdi, hepsi okadar…                                                             

Heykel sır olmuştu… Sanırım kimse sorup aramadı, hala ortalarda yok… Belki hiç kimsenin göremediği bir yerlerde, yazgısıyla baş başa bırakılmıştı... Gün ışığına çıkacağı günü sabırla ve özlemle bekliyordu besbelli… Tıpkı bu sanat eserine çocukluğundan beri hayranlık duyan benim gibi… Yazık ki aynı görüşte olanların hala söz sahibi olduğu düzen değişmedi, şimdilik değişeceğe de benzemiyordu… Değişmedikçe de bu bekleyişimiz sürüp gidecekti…Başkentin anılarıma kazılmış pek çok yeri gibi bu yemyeşil, mis gibi temiz havalı park, kuş cıvıltıları, arı vızıltıları, çocuk kahkahaları ile bir anlamda cennetti benim için… Çocuksu duygularımı çizgili defterlerime, kurşun kalemimle döktüğüm, renkli kalemlerim, Sulu boyalarımla güzellikleri resimlediğim, arkadaşlarımla gelecek üzerine hayaller kurduğum, parkın yeşil boyalı tahta kanepelerinden birinde otururdum, ders çalışmadığım zamanlarda… Her yıl, ilkbaharın başladığı günlerde, sevdalandığım leylekler buralarda kurulmuş yuvalarına dönerlerdi… Onlarla söyleşirdim oturduğum kanepeden… Kışın bazı günler kurtlar ulurdu, korkardık parkta dolaşmaya gündüzleri bile… Tilkiler gelirdi karlı gecelerde ziyaretimize… İlkbahar sonlarında, yavru kaplumbağaların ağır aksak yürüyüşlerini, dokununca kabuklarının içine saklanışlarını izlerdik usanmadan... Kuşların dallara yuva yaptıklarını ilk bu parkta görmüştüm.Bir keresinde evimizin önüne oğul yapmış bal arılarını seyretmiştik arkadaşlarımızla korku ve merakla...

Güzel seslerden değişik makamlarda Türkçe Ezan dinlediğimiz, Ramazan aylarında Tarihi Ankara Kalesinden atılan iftar toplarını beklediğimiz, Kurban Bayramlarında kurban kesimini seyrettiğimiz, ilkbaharlarda değişik renklerde ve kokularda kır çiçekleri topladığımız, parkı bir başından ötekine dolaşan su kanallarında çıplak ayakla dolaştığımız, kocaman gövdeli ağaçlarına tırmandığımız, dondurucu soğuğa aldırmadan, diz boyu karlı kış günlerinde, havuçtan burunlu, kömürden gözlü, çalı süpürgeli kardan adam yaptığımız, kartopu oynadığımız, tahtadan kızaklarla kaydığımız, evcilik oynadığımız, platonik aşklarımızın sığınağı, düş kokulu dizelerimizin sırdaşı, hayaller kurduğumuz, renkli düşlerimizi süsleyen çocuk evrenimizdi Hacettepe Parkı… İlk ve ortaokullu yıllarımızda, okul dışı yaşamımız çoğunlukla burada geçerdi... Kız ve erkek arkadaşlarımız ve babalarımızın subay olması nedeniyle evlerimizde ailelerimizin bir öğesi saydığımız asker ağabeylerimiz de bizimle olurlardı her zaman… Belki de yaşayamadıkları çocukluk günlerini bizimle yaşıyorlardı bu 18-19 yaşlarındaki delikanlılar…

O günlerden başlayan bir anlayışla, arkadaşlarım gibi ben de yaşama hep olumlu bakmışımdır… Kendimizle barışık olmuşuzdur her zaman. Biz çocuklar, küçük şeylerden mutluluk duymayı da öğrenmiştik… Kız erkek ayırımı yapmadan çelik-çomak oynar, topaç ve çember çevirirdik… Birdirbir, uzuneşek, bilye-misket, ilkokullu yıllarımızın gözde oyunlarıydı… Ortaokullu yıllarımızda bu oyunlarımıza yenileri eklenirdi. Ankara Kız Lisesinde okuduğum yıllarda, uzun ve yüksek atlama, yakan top, voleybol, basketbol koşu vb. oyunlarımızla yarışmalara katılırdık… İlkokullu yıllarımızda kışın kızak ve kayak kayma ustası olurduk… Yaz tatillerinde tiyatro oyuncusu olup mahallemizin çocukları ile birlikte temsiller verirdik. Oyunları yazıp sahneye koyma görevini de severek üstlenmişimdir çoğu zaman…


Mahalle arkadaşlarıma evimizin önünde kitap okuma saatleri olarak adlandırdığım (arkası yarın programı derdim) o saatleri hala o günün heyecanı ile buruk bir gülümseme ve hüzünle anımsarım… Kitapları Kızılay’daki(şimdi yok) Milli Kütüphaneden iki günlüğüne ödünç alırdım… Kitaplardan en az birini, bütün gece okur, özet çıkarır, “bir taşla iki kuş vurma” özdeyişindeki gibi, hem Eylülde açılacak okul için hazırlıklı olur hem de arkadaşlarıma okumadan önce kitabın içindekileri öğrenirdim... Gündüz evimizin önünde, sayıları günden güne çoğalan, meraklı arkadaşlarıma heyecanla kitap okuduğum o günlerde, ilkokul dördüncü ve beşinci sınıf öğrencisiydim. İsimleri belleklerimizde yer etmiş olan, Hasan Ali Yücel’ in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında hazırlattığı kitaplarla, dünya klasiklerini okuyarak büyüdük, yetiştik, geliştik,  ilkelendik…

 İşte bu günlere böyle geldik… Şimdileri olduğu gibi yaz tatillerinde oyun kâğıtları, taşlı konken oynayarak, ellerimizde sigaraların eşlik ettiği, içki şişeleri, bira kutuları ile kötü örnek olmadık... Anlamsız boş konuşmalarla, dedikodularla zaman öldürmedik… Hemen hiç kavga etmezdik… Birbirimize destek olur, görüşlerimizi uygarca paylaşırdık… Tek bir topla mahalle çocukları bir araya gelirdi… Sırayla binerdik kızaklara, sırayla çevirirdik çemberleri-aynı topaçları döndürürdük. Atladığımız ip sayısı bile biri ikiyi geçmezdi, sırayla atlardık… Paylaşmayı, yardım etmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi, saygıyı, öğrenmeyi öğretmeyi, güle oynaya yaşamayı öğrendik çocukluktan gençliğe geçiş yıllarımızda... Duyarsız, umarsız, çıkarcı, köşeyi dönmeci olmayı öğrenmedik… Yalan söylemez, arkadan konuşmazdık… Hep yüze söylerdik doğruları… Şimdi de öyle yapmıyor muyuz? Bu nedenle eleştirilmiyor muyuz, dışlanmıyor muyuz? Varsın olsun, sırıtkan, çıkarcı, yüreği karanlıkta kalmış, beyni yosun tutmuşlarla aynı havayı solumak yerine kuşlarla, böceklerle, ağaçlarla, çiçeklerle, rüzgârların getirdiği doğal seslerle yaşamayı yeğledim hep… Hala da öyleyim, hiç değişmedim… Bir başka evrene gidene kadar değişmeyeceğim...


Dedim ya ilkokul yıllarımda doğayı kucaklamakla başladım işe… Ankara’nın Hacettepe semtinde ağaçları ve çiçekleri, denizleri ve nehirleri, dağları ve ovaları, kuşları ve böcekleri öğrenme çabası ile yola çıktım… Kurbağaların larvalarını seyrederdim saatlerce. Bahçemizdeki çeşme yalağında solucanların gömlek değiştirmesini görmek heyecanlandırırdı beni… Bahçenin bir köşesinde kendime sera yapmıştım… Toprağı beller, karşı komşunun ahırından getirdiğim gübreyi kullanarak, ekim yapardım… Neler ekmezdim ki… Hala vazgeçemedim bu huyumdan… Şimdi de saksılara ekip dikiyorum ne bulursam… Merak ve öğrenme hırsı, özüme bir yerleşti ki sormayın gitsin… Giriş o giriş... Kaçıncı baharı yaşıyorum bilmem ama hala demir attığı yerde paslanmadan duruyor, eskisi gibi merak ve yeni bir şey öğrenme hırsım… Beni yazmaya yönelten, yazılarımı alkışlayan, konuşmalarımı alkışlatan, Ankara-Cebeci Orta Okulu Türkçe-Edebiyat öğretmenim, Cumhuriyet’ in aydın kadını Düriye Köprülü ’nün bizleri yönlendirdiği yolda yürümeyi, o gün olduğu gibi bu gün de sürdürüyorum... Gerçekleri yazılarıma, dizelerime de yansıtıyorum… Beni üzen davranışları eleştirmenin doğruluğuna, gereğine her zaman inanıyorum… Bana emekleri geçen diğer öğretmenlerimle birlikte, Düriye Köprülü öğretmenimin de, ışıklar içinde olduğunu, başka bir evrenden gülerek beni izlediklerini kurgulayarak, düşlüyorum… İlkeli düşlerimin tükenmemesini diliyorum… Cumhuriyetin ilkeli, çağdaş, yitimsiz kalmayı başarmış  kadın öğretmenleri gibi...