14 Nisan 2014 Pazartesi

İÇİNDEN ÇIKILAMAYAN İKİLEMDİR YAŞAM

Yıldız Tümerdem
İçinden Çıkılamayan
İkilemdir Yaşam

Ben mi değiştim yoksa çevremdekiler mi?  Evren mi başkalaştı yoksa bana mı öyle geliyor? Yaşam; “İçinden çıkılamayan bir ikilem” diye düşünüyorum, özellikle de son yıllarda… Besbelli, yepyeni ve değişik konuları işleyen kitapları okumak pek yaramadı bana… Beynim ; “üçüncü gözün ile görmelisin artık ” diyerek emirler yağdırıyor, ardı ardına... Oysa yıllar yılı, üçüncü bir gözümün olduğunu bile bilmiyordum…  Bu nedenle de yaşama, herkes gibi iki gözümle bakıyordum… Başkaları gibi, gözlerimi kapattığım da oluyordu arada sırada... Keşke öyle kalsaydım / kalabilseydim… Ama olmuyor, olmuyor işte… Öylesine değişti ki çevrem ve çevremdekiler, tanıyamıyorum çoğunu… Kendime sorduğum; “Burası orası mıydı, bunlar onlar mıydı?”sorusunun yanı sıra; “Hani çocukluklarında okuma yazma öğrettiğim, bir baltaya sap olmaları, öz güvenlerini kazanmaları için zaman harcadığım,  perişan olmamaları için başlarını sokacak bir evleri olsun diye çırpındığım, bilgimi onlarla karşılık beklemeden paylaştığım, yetiştirdiğim, bilimsel toplantılarda konuşmayı - yazı yazmayı öğrettiklerim. Önümde el pençe duranlar, çantamı taşımak istediklerinde geri çevirdiklerim. Katıldıkları bilimsel toplantılarda nasıl davranacaklarını, ne giyip giyemeyeceklerini, dans etmeyi, şarkı söylemeyi bile benden öğrenenler. Eş seçmelerine destek olduğum, nikâhlarında şahitlik yaptığım, yüzüklerini taktıklarım. Hastalandıklarında, yakınlarını kaybettiklerinde yalnız bırakmadığım, iyi günlerinde de kötü günlerinde de yanlarında olduklarım…” sorularının yanıtını da kendim veriyorum, her zamanki gibi zorlanmadan… Anadolu’nun arif insanları boşuna dememiş; “ insanoğlu çiğ süt emmiş, nankörlüğü bundandır” diye…“Bu güne kadar, bu ve benzer soruları kendilerine sorup, yanıtlarını kendileri verenler olmuş mudur acaba benim gibi?” diye düşünmeden edemiyorum…

İşte böyle! Yaşadığım evrende, çıkarların kol gezdiğini gördüğümde kahrolmamak olası değil… Durup, bir salise bile düşünmek insanı mutsuz etmeye yetiyor da artıyor bile… Önemli olan ruh sağlığımızı bozmadan yaşamayı yakalayabilmek... Doğayı bile çıkarlarının kurbanı etti insanoğlu… Buzulları erittik, dereleri ve gölleri kuruttuk, kar yağmıyor artık kış günlerinde, yazın sıcağı kor ateş olup yakıyor, yok ediyor özgür doğadaki yeşilimizi. Tarlalara, bağlara, bahçelere çok katlı binalar diktik… Ormanları yaktık, hayvanları postları için vurduk… Ava gidip avlandı ama akıllanmadık. Tertemiz, yemyeşil, bembeyaz dumanlı dağlarda, kömür kokulu bacaları tüttürdük… Dereler, nehirler mavi akmıyor artık. Mavi denizler, şiirsel göller boz bulanık. Göç kuşlarının sulakları işgal altında... Bacalarda leylekler yok… Ailelerini geçindirmeye çalışan analar, babalar ve okumaya çalışırken ailelerini de geçindirmeyi ilke edinmiş gençlerimiz, okul çocuklarımız gibi beyaz kanatlı martılarımız da, sokak aralarında çöp tenekelerinden çöp toplayarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar… Teneke kutular, naylon torbalar, sigara paketleri, çekirdek kabukları ile birlikte yaşamaya zorlanan, geleceği ışıksız erkek çocuklarımız, gençlerimiz… Bazı sokakların aralarında, kız çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlı nenelerimiz, dedelerimiz de çöp toplayarak yaşamda kalma çabasındalar… Çöpten buldukları ile karınlarını doyururken, zehirlenenleri öğreniyoruz, Medya dediğimiz, televizyon, gazete ve radyolarımızdan…

Öylesine çok ki evreni ve evrendekileri yok edecek, mutsuz edecek örnekler… Bir yanda yoksulluk, diğer yanda aşırı savurganlığın örnekleri… Gök delenler,  koskocaman arabalar, yatlar, gemiler, uçaklar, katlar, çiftlikler… Dünyayı gezip dolaşma… En pahalısından giyim- kuşam-yaşam… Bütün bunları edinmiş olanlar de bizler / kıt kanaat geçinenler / yoksullar gibi insan olarak doğmamışlar mı?

 İyi ki kitaplarım, defterim ve kalemim var böyle günlerimde karşılık beklemeden yardımıma koşan. Onlarla dertleşebiliyorum, yalnız onlar anlıyorlar beni. Haksızlık etmeyeyim, bir de, masamın başında çalışırken penceremin önünden kanat çırparak uçan dost martılar var… Penceremin önündeki ekmek parçaları, buğday taneleri tanıştırmıştı bizi İstanbul’a geldiğim o ilk günlerde… Bu arada; onlarca yıllık dört mevsimi paylaştığım eşim, çocuklarım ve onların aileleri, seçtiğim dostlarım, aydın-bilgili, deneyimli, yetenekli arkadaşlarımla paylaştığım dingin ve mutlu yaşamımı, düş evrenimden soyutlayarak yaşadığımı da vurgulamak isterim, gerçekleri göz ardı etmeden, benim olan gerçek evrenimde… Kanımca, gerçekler ve imgeler; yaşamın sonsuz olmadığını bilen, doğru davranışları ve seçimleri ile her yaşta ve konumda,  sevgi dolu saygın yaşamlarını elleri arasında sımsıkı tutabilenleri mutlu edebilen üçlüdür, diğer bir söylemle de kutsal birlikteliktir…
Günlüğümün sayfaları arasından seçtiklerim- 6 Haziran 1995


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder