30 Mayıs 2014 Cuma

DEĞİŞEN DUYGULAR

Değişen Duygular


Ne özü değişti kalemin 
             Ne sayfası koptu
Çizgili defterimin
               Belki ucu eskidi kalemimin
Belki rengi sarardı o defterin
                         Değişen duygulardı
Bir de dünde kalan yaşamım
               Sevgi hiç değişmedi
Hep anılarda kaldı

Solan kırmızı güldü
                 Dikeni kanatmayan
Değişen o yıllardı
                Düşlenen sevgilerdi
Hepsi dünümde kaldı
                         Hepsini yıllar aldı
Koyu renkler hep değişti
                          Geriye bembeyaz sayfalar kaldı.

                                                Yıldız Tümerdem


SAĞLIĞIMIZ

Yıldız Tümerdem*

Toplumun Ciddi Sağlık Sorunları ve Çözüm Yolları
İlk On Ölüm Nedeni


Dünyada her şey ama her şey değişiyor… Yeni Hastalıklar tanımlanıyor. “Tansiyon yüksekliği, Şeker Hastalığı(diyabet), Şişmanlık(obesite)tan oluşan üçlüye; Metabolik Sendrom” deniliyorGeçmişte böyle bir hastalık tablosu vardı da biz mi bilmiyorduk? Sorusunu yanıtlamamız gerekiyor


Evrendeki değişimin özünde, bilimsel anlamda; Fiziksel-Kimyasal( çevresel kirlilikler) ve Biyolojik( bitkisel-hayvansal kaynaklı) Çevrenin varlığı yadsınamaz… Evrenin yaşamsallığını sağlayan çevreye olumlu ya / ya da olumsuz etki yapan da yine insanoğlunun Toplumsal-Sosyal Çevre’sidir… Bu çevrede; Bireysel ve Ailesel yapılanmanın yanı sıra Yöresel-Kentsel ve Evrensel yaşam koşulları da vardır… Toplumsal çevredeki denge, birey ve toplumun Ruh Sağlığını olumlu etkiler… Kalıtsal olarak ruhsal hastalıklara, özellikle de bozukluklara yatkınlık olsa bile, bireyin sosyal yaşamla olumlu etkileşimi, genetik yapıdaki olumsuzlukları baskılayarak hastalık ve bozuklukları önleyebilmektedir…

Gelişen Teknoloji nedeniyle insan, daha rahat yaşayabildiğini zannetmektedir… Oysa kimyasal atıklar fiziksel çevreyi olumsuz olarak etkilemekte, soluklanan havayı ve kullanılan suyu kirletmektedir… Toksik-zehir saçan-maddeler, hücrelerin yapısını, özellikle de hücrenin çekirdeğindeki DNA’yı bozmakta, Atipik hale getirmektedir… Bunun anlamı da insan bedeninde değişik yerlerde ve zamanlarda oluşan kanserlerdir.

Temiz Hava ve Temiz Su: sağlıklı yaşamın özüdür… Sağlıklı Koşullarda ve Doğal Yöntemlerle yetiştirilen Bitkiler ve Hayvanlar, temiz su ve temiz hava kadar sağlıklı yaşamın, özellikle de sağlıklı beslenmenin vazgeçilmez temel öğeleridir… Biyolojik Çevrenin olumsuzluğu vücudun hücre yapısını bozar ve kimyasal maddelerde olduğu gibi, değişik türde Kanserlere neden olur… Görüldüğü gibi, kanserlerin oluşumu çok etkenlidir. Kalıtımsal riskten öte çevrenin olumsuzluğu önde gelen nedendir…

Birey olarak İnsan; yaşam yolculuğuna kadındaki Yumurta Hücresinin erkekteki Sperm Hücresi ile karşılaşıp, birleşmesi ile yola çıkmaktadır. 46 Kromozomlu insan yavrusu, anne Rahim’inde kaldığı 40 hafta boyunca, anne ve babanın soyundan gelen genetik mirasın yanı sıra, annenin beslenmesi, hastalıkları ve günlük yaşam koşullarından da etkilenerek büyümekte ve gelişmektedir… Bu büyüme ve gelişme sağlıklı ya da sağlıksız olacaktır…

Günümüzdeki teknolojik gelişim, doğmadan önce bile bireyin sağlıklı olup olmaması ile ilgili bilgi alınmakta, kan uygunsuzluğunda kan değiştirilmekte, ameliyatlar bile yapılmaktadır. Anomali olduğunda, Etik Kurul kararları ile bebeğin doğumu önlenmekte, doğmadan önce, 4 ayın sonunda cinsiyet tayini yapılmaktadır… Bu ve benzer uygulamalar, insanın sağlıklı yaşamı ve geleceği için önemli kararlardır… Görülüyor ki günümüzde, anne rahmine yerleştiğimiz andan başlayarak sağlıklı yaşamamız için gereken koşulların sağlanabilmesi artık zor değil… Doğduğumuz an, doğum yaptığımız yerden başlayarak,  evrensel çevremizin olumlu etkisi, uzun ve sağlıklı yaşama şansımızı olumlu olarak etkiliyor… Önemli olan evrende bu olumluluğu sağlayacak koşulları yaratabilecek sistemi oluşturabilmek…

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), yıllardır bütün dünya ülkelerinde, sağlıkla ilgili verileri değerlendirerek gereken önlemleri alma konusunda ciddi çalışmalar yapmaktadır… Uluslar arası Çocuklara Yardım Fonu(UNİCEF), dünya çocuklarının, anne karnından başlayarak sağlıklı ve uzun yaşamaları için önleme yönelik çalışmalar yapmaktadır.

WHO çalışmaları ile ırksal yapı-cinsiyet- yaş- yaşanılan Anakara(kıta) vb. durumlarda ayırım gözetmeden tüm dünyada insanları öldüren ilk 10 Ölüm Nedeni istatistiksel verilerle ortaya çıkarmıştır… Yeni bir yüzyılda da ölüm ve hastalıklar değişmemiştir… Hastalıklara özgü sayısal-oransal değerler azalmamış,  katlanarak artmıştır… Dünde olduğu gibi bu gün de Kadın; adeta Kuluçka Makine’ si gibi doğurmakta, tüm uğraşlara karşın dünyada nüfus patlaması sürüp gitmektedir… Nüfus artışındaki dengesizlik özellikle de, gelişmekte olan ülkelerde Yetersiz-Dengesiz Beslenme- Malnütrisyon ve Açlığa( Starvasyon) yol açmaktadır… Bunlara bağlı olarak; cılızlık, bodurluk, vitamin ve mineral yetersizliklerine bağlı kansızlık, deri döküntüleri, görme bozuklukları, körlük, kemik hastalıkları, havale nöbetleri vb. ortaya çıkabilir…  Anomaliler gelişebilir, ölümler görülebilir… Doğumlarda ve doğum sonrasında anne ve bebek ölümleri artar…

Dünya’da insanları öldüren 10 neden arasında; Tütün ve Tütün ürünlerinin ilk sıraya yerleşmesi; başta Amerika Birleşik devletleri, İngiltere ve çok sayıda Avrupa Ülkesinde ve Türkiye’de yıllardır yürürlükte olan yasalara, eğitim programlarına karşın, inatla yerini korumasında kanımca bireylerin bilinçaltı davranışları bulunmaktadır… Bunlar; Toplumsal Duyarsızlık-Umarsızlık-Bana Bir Şey Olmaz Düşüncesi-Çevresindekilere Aldırmazlık- Özenti- Taklit-Sınıf Atladığını Sanma-İradesizlik- Boşlukta kalma-Kendisi ve Yaşamı ile Barışık Olmamak” olarak sıralanabilir… Bu da bilimsel ortamda, Psikolojik olarak; Sağlıksız Davranış ya da Davranış Bozukluğu olarak nitelendirilmektedir…

Çarpıcı bir örnek vermek isterim;  35 yılda 1 ton 277 kilo tütün tüketen, 1 günde 10 metre, 35 yılda 127 bin 750 metre sigara içen, bozduğu Kalp ve Damarlarını, Kalp Vakfı Üyelerinden Prof. Dr. Bingür Sönmez’ in sihirli ellerinin mucizevî bıçağı ile onartan 52 yaşındaki Dursun Demirkol (Hürriyet Gazetesi:-24 Mart 2006- Birsel Sancar haberi), yukarıda sözü edilenlerden hangi nedenle günde 5 paket sigara içmiştir… Bütün bu olanlardan sonra sigara içmeyi sürdürebilecek midir? Bu örneklerden sonra kullanıcılar; “yiğitlik bende kalsın sigara bana kendini bıraktırmadan önce, ben onu bırakayımdiyerek, doğru karar alabilecek mi?

 Çalışmalar; Sigara Bağımlılığının dünya genelinde, yaklaşık % 25-30 oranında olduğunu ve oranın gittikçe arttığını göstermektedir… Gençlerde bu oran yaklaşık  % 40-50’dir. Artma bu yaş grubunda daha hızlıdır. Gelişmekte olan toplumlarda % 70’lere varan değerlere ulaşmıştır… Ülkemizde, değişik toplum gruplarında yaptığımız çalışma sonuçları da dikkat çekicidir… İstanbul’da eski ve yeni yerleşimli göç bölgelerindeki ilkokul 5. sınıf öğrencileri arasında, günde yaklaşık 5-10 tane sigara içenlerin yaklaşık % 15, özel eğitim gören bazı okullarda aynı yaşlardaki çocuklarda % 3,5 oranlarında olması, gençlik evresindeki kız ve erkek öğrenciler arasında bu oranın % 35’lere ulaşması sorunun ciddiyetini yansıtması bakımından önemlidir… Bütün bunların yanı sıra,  ekonomik ve sosyal koşulları yetersiz olan kadınlarda % 25, erkeklerde % 65 oranda( kahvehane çalışması).,  iyi olan gruplarda, orta yaş kadınlarda %  35, erkeklerde % 45 oranda, günde en az  bir paket sigara tüketimi için Hekim olarak yorumum; “Aydınlık Olmayan, karanlık ve de Sağlıksız Bir Gelecek” olacaktır…


Son yıllarda sayıları gittikçe artan Nargile Kahvehaneleri sorunun, Yasal Düzenleme ile önlenmesi gereken, bir başka ürkütücü ve de düşündürücü yönüdür… 



İkinci ölüm nedeni; Kalp ve Damar hastalıklarıdır… Dünyada her yıl kayıtlara geçen 20 milyondan fazla kadın ve erkek, Kalp-Damar Hastalıkları nedeniyle hekime başvurmakta, maliyeti çok yüksek olan yöntemlerle tedavi edilmekte ve geç kalındığında da yaşamını yitirmektedir… Yaklaşık 18 milyon insan Kalp Krizi ve Felç nedeni ile karşımıza çıkmaktadır…
Türkiye’de kayıtlara geçen bu değer 200 bini aşmaktadır… Bütün bu olanlarda, Ailesel-Genetik Riskin yanı sıra Çevresel Faktör Riski de yüksektir. Bu Riskler; Aktif Sigara İçiciliği, Pasif İçicilik, Sağlıksız / Dengesiz / Aşırı Beslenmeden kaynaklanan Şişmanlık, Stres ve Hareket azlığıdır… Gün geçmiyor ki Gazeteler ve Televizyonlardan değişik yaşlarda, sağlıklı görünen çocuklarımızın ve gençlerimizin, koşarken, yüzerken, spor yaparken kalp krizi sonucunda yaşamlarını yitirmelerini üzülerek izliyoruz… Bütün bunların altında yatan gerçeklerin Kalıtsal mı yoksa Edinsel (kazanılmış-çevresel) mi olduğunu düşünmeden edemiyoruz… Düzenli sağlık kontrolleri ile bu ölümler önlene bilinir miydi ” sorularını da soruyoruz... “Aile öğelerimiz / kendimiz için düzenli sağlık kontrolleri yaptırma şansımız var mı” sorusuna yanıt bulamıyoruz…  

Ölüm nedenleri arasında üçüncü sırayı Tansiyon Yüksekliğinden kaynaklanan beyin ve değişik organ kanamaları yer almaktadır… Tansiyon yüksekliğinin tek bir nedeni yoktur. Çoklu nedeni ve etkisi bilimsel çalışmalarla da kanıtlanmıştır…  Çalışmalarla, dünyada  % 0,1 oranında, 600 milyon’dan fazla insana Hipertansiyon tanısı konulmuştur…
Ülke içindeki araştırmalara göre; son yıllarda, 30-40 yaş üzerindeki kadın ve erkekte, yaklaşık % 30-40 oranında Arteryel Kan Basıncı Yüksekliği gösterilmiştir. Özellikle de aşırı tartısı olanlarda ve şişmanlarda bu oran dikkat çekici idi…

Bilindiği gibi, Uluslararası karar gereğince, Arteryel Kan Basıcının Normal Değerleri;  Sistolik Basınç( maksimal-büyük tansiyon) için 120 mm Hg dir. Diastolik ( minimal-küçük tansiyon)Basınç için 80 mm Hg’ dır… Toplumun anlayacağı söylemle, ölçümde; Yüksek Tansiyon’da büyük olan 12, küçük olan 8 üzerindedir… Yüksek Tansiyon oluşumunda Kalp-Damar hastalıklarındaki risk Feokromositoma( böbrek üstü bezindeki kistik tümör) da düşünülmelidir… Ülkemizde sanılandan fazla görülen, Tiroit bezi bozuklukları, özellikle de Toksik Guatr ve Böbrek Taşları ile iltihapları da göz ardı edilmemeli, bulguların ortaya çıkması beklenmeden, sağlık kontrolü ve tarama testlerinin faktörlerinin yanı sıra, özellikle kan şekeri ile de birlikte inip çıkışlar görülen hastalarda, böbrek üstü bezinin kistik yapılı tümörlerinden yapılması sağlıklı ve uzun yaşamın göstergesi olacaktır…

Ölüm nedenleri arasında olan Şişmanlık(obesite), dünyaya hızla yayılmaktadır. Aşırı ve Yanlış ve de dengesiz beslenmenin neden olduğu Obesite pek çok doku ve organ bozukluklarının, özellikle de şekerimizi düzenleyen Pankreas organındaki çalışmayı bozmasının( Şeker hastalığı – Diyabet oluşur) yanı sıra erken ölümler bile neden olabilen bir hastalıktır… Çalışmalar, obesitenin okul öncesi ve ilköğrenim çocuklarında % 1-10 oranlarda görüldüğünü ortaya çıkarmıştır. Amerika Birleşik Devletlerindeki çalışmalara göre; değişik yaş gruplarında, kadın ve erkeklerde ölümcül obezite oranı % 25’lere ulaşmıştır. Türkiye’de yapılan çalışmalarda da( bizim çalışmalarımız) olumsuz sonuçları yansıtan yüzde oranlar kaygı vericidir. Bir çalışmamızda ergenlik evresindeki kızlarda aşırı tartı oranı %15, obesite oranı yaklaşık % 8-10 bulunmuştur. Bir özel anaokulu çalışmamızda kız ve erkek çocuklarda bu değerler % 1-5 arasında değişiyordu… Bireyler kolay bir formül ile tartılarını kontrol altına alabilir ve dünya standardı olarak kabul edilen listedeki yerlerini bularak obesite ile ilgili kendi kararlarını alabilirler…
Vücut Kitle İndeksi( VKI-BMI) adını verdiğimiz bir formülle bu kararı bilimsel olarak da alabiliriz. Bu formülde; bireyin boyunun metre olarak karesi sonucunda ortaya çıkan değer Standart kabul edilir… Örnek;1.75x 1.75=2.99). Bireyin kilogram olarak tartı değeri standart sayıya bölünür… Örnek; 74: 2.99= 24,9- aşırı tartının üst sınırı demek… Çıkan sayı bireyin beslenmesi ve bedeni ile ilgili doğruya yakın bilgi vermektedir… WHO bir tablo geliştirmiştir. Bu tabloya göre; 18.5’in altı Zayıf., 18.5- 24.9 arası Normal., 25- 29.9 arası Aşırı Tartı., 30-34.9 Obesite(şişmanlık)., 35- üstü Ölümcül Obesitedir. Birey bu değerlerin sonucuna göre yaşamını düzene koyabilir ve gereken yardımı alma yolunu seçebilir… Kan tablosu (Kolesterol-HDL, LDL, VLDL-, Trigliserid, Kan Şekeri, Karaciğer Fonksiyon Testleri, Böbrek Fonksiyonları vb.) ve değişik Laboratuar Testleri ile düzenli Kontrol ile erken tanıya gidilir… Bu da sağlıklı yaşamın ön koşulu olarak kabul edilmektedir.  

Diabetes Mellitus(şekerli şeker hastalığı), geçmişte olduğu gibi yeni bir yüz yılda da ciddi olarak ele alınması gereken bir hastalık ve de bozukluktur. Aile öyküsü varsa daha da ciddiye alınmalıdır. Tip I Diyabet çok erken yaşlarda, bebekler de bile ortaya çıkabilir…4000gram(4 kilogram) kilogram ve fazla tartı ile doğan bebeklerde, doğum sonrasına, önlem alınmazsa, havale nöbetleri görülebilir ve organlarda kalıcı bozukluklar ortaya çıkabilir… İnsülin olmadan tedavi edilemez… Düzenli İzleme ve tedavinin doğru olarak kesintisiz sürdürülmesi, yaşamı olumlu etkileyecektir… Kalp-damar hastalıkları, Tansiyon yüksekliği, Görme bozukluğu-Katarakt-Glokom-Göz dibi kanamaları, Polinevrit-Yürüme bozuklukları, Böbrek bozukluğu-yetmezliği, vb. yan etkiler(komplikasyonları) önlenecektir…
Aile öyküsü bilinsin ya da bilinmesin fark etmez, yanlış yaşam biçimi Tip II Diyabete davetiye çıkarabilir… Otuzlu-Kırklı yaşlarda klinik bulgular ortaya çıkabildiği gibi, hiç bir bulgu görülmeyebilir de… Türkiye’de kayıtlı Diabet Mellitus oranı % 7,2’dir… Gizli olgularla bu oran %10’a ulaşmaktadır… Eğer toplumda bir tarama yapılsa bu oran daha da yüksek olacaktır… Bireyin sağlıklı beslenmesi, dengeli karbon hidrat alımı, hareketli ve dingin yaşam, bu hastalığın oluşmasını % 60 gibi yüksek oranda önleyecek ve ilaca bağımlı olmadan, açlık kan şekerinin normal değerlerde(80-110 mg/DL) kalmasını sağlayacaktır… İlaç tedavisi ile başarı oranı yaklaşık  % 40’dır…

Çalışmalara göre; dünyada yaklaşık % 2 oranında(170 milyondan fazla) damarlar tıkanmasına bağlı hastalık ve bozukluk görülmektedir… Hangi doku ve organda görülürse görülsün, damar tıkanmalarından kaynaklanan belirtiler, ciddi bir biçimde ele alınmalıdır… Öncelikle kalp-damar ve akciğer hastalıkları ve bozuklukları olmak üzere karaciğer ve diğer organlarda tıkanmaya bağlı bulgular, felçler, doku ve organ kanamaları, dolaşım bozukluklarına bağlı olumsuz değişimler, diyabete bağlı nekrozlar, kalıcı ve de öldürücü olabilmektedir…

İnsanoğlu için Sağlıklı Cinsel Yaşam, Temiz Hava-Temiz Su-Temiz ve Sağlıklı Besin Maddesi kadar doğal bir haktır insanoğlu için... Oysa günümüzde, cinsel yaşamlarında yanlış seçim yapanlarda, başta Sifilis( Frengi), Gonore(Bel soğukluğu), rahim ağzı kanserleri( erkekten kadına cinsel ilişki ile bulaşan) olmak üzere çok sayıda virüs ve bakterinin hatta mantarların etkeni olduğu hastalıklar artmış “epidemi-patlama” yapmıştır…
1980li yıllardan bu yana,  HIV İnfeksiyonu ve AİDS bu gurubu ilk on ölüm nedeni listesine sokmuştur… Virüs; cinsel ilişki ile (Homo-Heteroseksüel ilişki Fransız öpücüğü ile) % 30- 60 oranlarda, kan yolu ile  %30- 40 oranlarda, anneden bebeğe plasenta yoluyla %5-10 oranlarda bulaşmaktadır… Aşısı olmayan HIV için, erken tanı ve pahalı da tedavi ve de dingin ve nitelikli, düzgün yaşam biçimi, hastalığın ölümcül kimliğini yok edebilmektedir… Son değerlendirmelere göre dünyada 40 milyonun üzerindeki olguların 30 milyonundan fazlası Afrika ülkelerinde görülmektedir…
Ülkemizde de bu hastalık gizli bir biçimde her yaştaki insanımızı, hepimizi tehdit ediyor… Doğru bilgilenirsek yakalanma olasılığı yok denecek kadar azalacaktır.

Savaşlar, Terör, Kazalar, Madde bağımlılığı dünyada ilk 10 ölüm nedeni arasında yer alan ciddi sorunlar olarak kabul edilmeli, önleme yönelik Ulusal-Uluslar arası önlem alınmalıdır… Yazık ki geç kalınmıştır bu konularda… Ama yine de Anadolu’muzun ön görüşlü, arif insanının; “zararın neresinden dönülse kardır” sözü anımsanmalı ve önleyici hekimlik çalışmalarına yönelik bir sağlık politikasının önemi kabul edilmelidir… Tüm dünyada olduğu gibi, Ülkemizde de Sağlık-Yargı-Eğitim Devletin Temel görevi olmalı, siyasallaştırılmamalıdır… Sivil Toplum Kuruluşları, bu konularda Devletle el ele, yürek yüreğe çalışmalıdır… Bu yalnızca dilek olarak kalmamalı, yaşama geçirilmelidir… 

Tüm canlılar için “Sağlıklı Yaşam”, hem kolay hem de çok zor… Sağlıklı yaşama sanatını bilmek gerekir… Yaşamı yakalamak ve sımsıkı tutmak için yaşadığımız evreni yalnızca iki gözümüzle görmek yeterli değil. Üçüncü gözümüzle-Kalp gözümüzle-İç sesimizin müziğinin eşliğinde görmemiz gerekir… Bunun için; Kendimize değer verelim… Kendimizi önemseyelim… Sağlığımızı koruyalım… Doğru bilgilerle bilgilenelim… Bilgimizi çevremizle paylaşalım… Bilmek yetmez, yaşama geçirelim… Hekimce sağlıklı yaşam dileklerimi
*Prof. Dr. Çocuk ve Toplum Hekimi Uzmanı-Yeni yüzyıl Üniversitesi


29 Mayıs 2014 Perşembe

SİNOP KALESİ

Yıldız Tümerdem
Aldırma Gönül



Taş Duvarlar
Anılar ülkesinden yorgun döndüm dün gece
Sevgiyle tutuşmuştu mavi denizli ufuk
Özlem çiçeklerinden bir demet sundun yine
Kokusu belleğimde rengi boş yüreğimde

Bir anda doluverdim genç yazgılı günlerle
Bir çift göz gülümsedi eskisi gibi yine
Gerçekleri saklayan bir kapı aralandı
Ne sen vardın içerde ne de soluk bir gölge
Hayaller kaybolmuştu, düşler çırpınıyordu
Umut taş duvarlarda ağlıyordu sessizce…


Bu dizelerin öyküsünde tarihsel kaleler var… Önde geleni de Sinop Kalesi... Sinoplu asker bir dedenin ve babanın kızı olarak, bu kalenin öyküleri ile büyüdüm. Buradaki Taş Duvarlar başka taş duvarlara benzemez. Bu taş duvarlar, mitolojik denizkızlarının ve hırçın dalgaların sesleri ile hüzünlü aşk şarkıları söyler, gurbet türkülerine eşlik ederler. “Dışarıda deli dalgalar/ gelip duvarları yalar… Beni bu sesler oyalar / aldırma gönül aldırma…” sözleri ile gönlüne aldırma diyen Sabahattin Ali’nin kanatlanmış ruhu ile konuştuğum o günlerde yazmıştım bunları çizgili defterlerime… Oralardayım şimdi… Ağır adımların gölgelediği akşamlarda, mutsuz bir anahtar ile açılıp kapanıyor demir kapı, paslanmış yüzünde derin çizgiler var. Kapıda bir avuç aydının işim listesi. Hala silinmemiş. Yazıldığı günlerdeki gibi taze, kurumamış siyah boya. İsimli ve isimsiz pek çok insan, bu zindanlarda yaşadılar, küf kokulu, nemli, farelerin üzerlerinde cirit attığı, ottan yer yataklarında yattılar, onları mahkûm edenler sıcak döşeklerinde uyurken. Uyuyabildilerse eğer… Bu aydınların suçları, vatanlarına ihanet edenlere / topraklarına, Ulusal birlikteliklerine göz dikenlere kalemleri ile açtıkları çağdaş ve barışçıl savaştı. Silah ve kurşun yoktu,  kan ve gözyaşı yoktu, sömürü ve ihanet yoktu bu savaşta. Öyleyse nedendi bu acımasız kararların ölümcül tutsaklığı? “ Kurşun ata-ata biter/ mahpus yata- yata biter / Aldırma gönül aldırma” Sorular her zamanki gibi yanıtsızdı / öyle de kalacaktı besbelli, yıllar yılı. Duvarlardan sarkan mor çiçekli sümbüllerin döktükleri tuzlu ve kanlı gözyaşı ile filizlenmiş dalları, o günleri anlatırcasına kurumuştu. Dut ağacı her aydının ardından ağıt yakmıştı besbelli. Gövdesinde katılaşmış koyu kırmızı yumrular ve kavruk kovuklar geçmişin acımasız izlerini saklıyordu. Bana o günleri anlattı yaşlanmış koca çınar titreyen sesi ile… Eskimiş taşlı yollarda ayak izleri ve taş duvarlarda gizemli öyküleri yaşıyordu, çelikleşmiş ilkelerinden asla ödün vermeyen gerçek aydınlarımızın… Bu yazı burada bitmeyecekti, sürüp gidecekti, Sinop kalesinin duvarlarını deli dalgalar dövdükçe, bıkıp usanmadan... Dışarıda deli dalgalar var. Gelip duvarları yalıyorlar. Bizi de yaşanmamış bu sevdalar oyalıyor… Aldırma gönlüm diyoruz, aldırma… Aldırma… Gönül aldırmasa bile beyinlerdeki ilkeli dalgalar peşini bırakmayacaktı yanlış adımlarla, yanlış yollarda yürüyenlerin… Tarih allını kullanmayanlar için tekrarları yaşatıyordu, bizlere besbelli…

23 Mayıs 2014 Cuma

ZEYTİN YAĞI MUCİZESİ

Yıldız Tümerdem*
Sağlıklı ve Uzun Yaşam
 Zeytin Yağı Mucizesi



İnsan sağlığında ve beslenmesinde çok önemli hatta mucizevî yeri olan zeytinyağı üretiminde Türkiye, dünyada dördüncü, zeytin üretiminde de ikinci sıradadır. Kişi başına tüketim ise 1 kilogramdır. Komşumuz Yunanistan’ da; Kişi başına / 20kg, İtalya’da, İspanya ve Tunus’ da 10 kg’dir. Obesite( şişmanlık) denilen yeni yüz yılın kasırga gibi rüzgârını Fast-Food ve patates kızartmaları, cips ve margarinlerle dünyaya yayan ABD’de bu değerin kişi başına 450 gram olarak yerlerde sürünmesi, gençlik yıllarında o ülkede, çok değerli hocalardan eğitim almış bir hekim olarak benim için beklenen bir sonuç… Eminim, eğitim aldığım hocalarım da yaşasalardı, bu değerleri Ülkeleri için bu düşük değer için üzüntü duyarlardı…

Zeytinyağı; tekli doymamış yağ asidi içermektedir. Genelde, kandaki Kolesterol, Lipid-Trigliserit değerlerini yükseltmez. LDL ve VLDL(kötü ve çok kötü huylu kolesterol) değerlerini düşürür. HDL(iyi huylu kolesterol) değerini yükseltir( erkekte 40 mg. kadında 50 mg. üstü normal). Zeytinyağı vücudumuzdaki ana damarlarımızda ve kılcal damarlarımızda tıkanmayı ve de kireçlenmeyi önlemektedir. Kandaki Kolesterol-Lipit parçacıklarının ve taneciklerinin oluşmasının önüne geçer. Kan viskozitesinin (yoğunluğu) artışı görülmez. Böylece, vücuttaki kan dolaşımının bozukluğundan kaynaklanan başta Kalp ve Damar Hastalıkları olmak üzere, çok sayıda hastalık ve bozukluk görülmeyecektir. Örneğin; hipertansiyon, akciğer yetmezliği, mide, bağırsak hastalıkları, nörolojik hastalıklar ve fizik tedavi hastalıklarının görülme riski de azalacaktır...


Vücudumuzun sağlığı için ana öğelerimiz arasında vitamin ve mineraller, bağışıklık sistemimizi güçlendirerek, vücut direncinin dengesini sağlarlar. Bizi dış etkenlere karşı korurlar. Hücrelerimizdeki DNA’ların kansere yol açabilecek değişimini önlerler. Bir diğer değişle Antioksidan etkiye sahiptirler. Vitamin ve mineraller çoğunlukla çiğ tüketilen taze sebze, meyve ve salatalarda bulunur. Yiyeceklerle vücuda alınan en önemli vitaminlerden A, D, E, K vitaminleri yağda erirler. Bu vitaminlerin bağırsaktan emilebilmesi ve kan dolaşımına katılabilmesi için yağlara, özellikle de zeytinyağına gereksinim vardır. Zeytinyağı, safra taşları oluşumunu da önlemektedir. Zeytinyağı anne sütü gibi değerlidir. Büyüme ve gelişme evresindeki çocuklarımız ve gençlerimiz için çok değerli bir besin maddesidir. 

Sıkma ve Sızma Zeytinyağını kızartmalarda kullanmak sakıncalıdır. Kızartma sırasında, dumanlanma noktası düşük olduğundan, soluğumuzu zorlayan duman ve istenmeyen bir kokuya neden olmaktadır. Bunun yanı sıra, kızartma sırasında besin öğeleri içinde bulunan sağlığa zararlı kimyasal maddeler de ortaya çıkmaktadır. Bu maddelerin başında Akrilamitler gelmektedir. Cips ve patates kızartmalarında çok miktarda oluşarak kansere neden olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Günümüzde rafine edilerek üretilen, dumanlanma noktası yüksek olan zeytinyağları kızartmalarda, aşırıya kaçmadan kullanılmalıdır…

Sonuç olarak; Ortalama ömrü 50- 80 yıl olan Anadolu’muzun değerli kutsal zeytin ağacının ürünü zeytinlerimiz ve onlardan elde edilen zeytinyağı, sağlıklı ve uzun yaşamın ana öğelerinden biridir. Hepimize Anadolu topraklarımızın sağlıklı yaşam simgesi olan kutsal zeytin ağacımız gibi uzun-sağlıklı ve de mutlu bir yaşam dilemeliyiz…
                           
*Prof. Dr. Çocuk ve Toplum Hekimi Uzmanı

                           

YAZIK, ÇOK YAZIK



Sen; yedi renkli gök kuşağı
                        Olabilir misin?
Olamazsın
            Çünkü sen; ne güneşsin
Ne de evrene
                Bereket yağdıran
Kutsal yağmur damlası

Sen; yedi renkli gök kuşağı
                  Olamazsın    
                           
Sen, Gökyüzünde yaşayamazsın
                Bulutlarla arkadaş olamazsın
Mavi beyaz bulutlardan
            Dünyaya el sallayamazsın

Sen; yedi renkli gök kuşağı
                               Olamazsın
Çünkü o renkler doğanın
               Gerçek insana armağanı
                    O armağan sana değil

Sen; gerçekten insan olabildin mi?
            Taş devrinden bu yana
            Olamazsın da.

Sen; Doğaya düşmansın
           Yeşili beyninden silip atansın
Maviye arkanı dönerek
            Elleri ceplerinde dolaşansın
Temiz suyu kirletip tüketensin.

Doğal çevreyi
Yağmalayarak yok edensin.
Çocuklarımızı hasta edensin.

                Temiz kapını açamayansın.
               Paslı kilit vuransın. 
            
 Sen; yedi renkli gök kuşağı
             Olamazsın… Asla ama asla…           
Ne o renklere ulaşabilirsin
                                          Dostça
Ne de o renkler sana kucak açar
                                         Arkadaşça

Sıcacık tertemiz duygularla
                 Duyarlı bir insan olarak
           Yaşamamışsın… Yaşayamazsın…        

                               Yıldız Tümerdem



TAKVİM YAPRAKLARI


 Takvim yapraklarına

                      Yazılmış anılar

Yaşanılanlar kadar güzeldi

                      Yaşanılmayanlar

 İnsanı yücelten sevgi     

Uzaklara savrulmuş

                       Mutsuz düşünceler

Dingin yalnızlıkta gizlenmiş

                             Yitimsiz mutluluk

Takvim yapraklarında

                 Hep o tarih, değişmeyen

Anılar

         Yaşanılmasa bile güzeldi

Yaşanılanlar kadar…

 Bir Takvim Bir Yaşam

 Evrenin oluşumundaki gizem, hayallerimize yerleşmişti çocukluk günlerimizde… Başkent’te,  tarih kokan, iki katlı ahşap bir evde, yağmurlu günlerde bulutları seyrederdik, tahta panjurlu pencerelerimizden… Nasıl oluyordu da beyaz bulutlar kapkara oluveriyordu bir anda? Gökyüzünde, bir anda oluşuveren o gürültülü, korkutucu ses ve ışıklı değişimin anlamını bilen var mıydı? Yağmurlardan sonra güneşin ışıkları ile yeşeren topraklarda, bembeyaz papatyaların yanında süzülen mor menekşeler, ballıbabalar, çatımıza yuvalanmış, aceleci kırlangıçlar, bahçemizdeki kargalar, guguk kuşları, karşı bacaya yerleşen leylekler, baharda komşumuz Veli Dayı’nın ahırından sokağa fırlayan kuzular, karşı parktaki çam ağacına oğul yapan arılar… Bütün bunlar nasıl oluyordu? Çocuk beynimiz, kendimize sorduğumuz bu sorulara yanıt bulamıyor, çocuk yüreğimiz korkuyla karışık bir heyecanla titriyordu… Bir güç vardı besbelli… O gücü gören olmuş muydu acaba? Karlı günlerde de benzer düşüncelerle kıvranır dururduk. Fırtınada ağaçların devrilmesi içimizi acıtırdı. Ağaçlar için gözyaşı dökerdik. Baharlarda açılan çiçeklerle doğardık yeniden…

 Saatli Maarif Takvimi asılıydı oturma odalarımızın duvarlarında. Her sabah ilk işimiz takvim yapraklarını evire çevire okumak olurdu. O güne kadar bilmediğimiz pek çok şey yazılıydı bu takvimin arkalı önlü yapraklarında… Evrenin değişimi işlenmişti sanki oya gibi her sayfaya. Okurken içimizdeki korku dağılır, sorularımız yanıt bulurdu bir anda. Takvim yaprakları, okulumuzun yakınındaki Halk Evi kütüphanesindeki ansiklopediler, Hasan Ali Yücel’in hazırlattığı dünya klasikleri ve Türk yazarların eserleri kadar bilgi vericiydi bizler için.  Diğer bir söylemle Duvar Kütüphanesi idi bizler için…


 Okuyarak büyüdük, bütün bu çağdaş bilgilerle donanmış yapıtları… Şimdiler de bile hala yeni şeyler öğreniyoruz, kitaplardan olduğu kadar takvim yapraklarından da… Biz eskidik, kitapların sayfaları ve takvim yapraklar eskimedi… Eskimeyen gerçek dostluklar gibi. Halk evleri artık yok ama değerli kitaplara ulaşmanın çok değişik yolları var… Bunun yanı sıra, her yıl hala duvarlarımızı süslüyor o takvim, bizi yalnız bırakmıyor yeniden, yenicesine… İyi ki varsın Saatli Maarif Takvimi… İyi ki ışıklandırıyorsun evlerimizi… Hep bizimle kal, hep böyle kal, ışık saç insanlarımıza, aydınlat evrenimizi… Seviyoruz seni, dünde olduğu gibi bu gün de… Yüreğimizdesin… Yitimsizsin.

Kırmızı kaplı günlüğümden- 04 Mayıs 1983- Kuzguncuk Vapuru



BİRAZ DA HEKİMLİK

MANTAR'A KARŞI ETKİLİ BİR İLAÇ

Trosyd pomat + Hametan (pişik pomatı) + Bepanten pomat karışımı 40 gün boyunca mantarlı bölge temizlenerek kuruduktan sonra bölgeye sürülür.

Mantarlı bölgeyi temizlemek için Baticon + Alkol yarı yarıya karışım yapılarak solüsyon hazırlanır. Tendürdiyot ve de baticon muhakkak alkolle seyreltilmelidir.


Mantarım yok demeyin belki olur. Ne olur, ne olmaz.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

ESİN KAYNAĞIM; DELPHOİ Tapınak Yazıtları

             Esin Kaynağım DELPHOİ Tapınak Yazıtları 
Yeniden Yenicesine Öğrenebilmek- Öğretebilmek

                                               “Her gün bir bilinmeyeni öğrenmeyi /paylaşmayı
                                                 İlke edinenler, uzun ve sağlıklı yaşarlar” Y. Tümerdem
KENDİNİ BİL

  Yılllar öncesinde bir kitabın sayfaları arasında okuduğum, o güne kadar 
duymadığım bir tapınağın, Delphoi Tapınağının kapısında yazılı olan
 “Kendini Bil” deyişi, yaşam felsefem oldu…
 O günden sonra, çevremdekiler arasında “kendini bilmezleri, 
haddini bilmezleri” görüp tanıdıkça sımsıkı sarılır oldum bu iki sözcüğe… 
Ne zaman yeni bir karar almaya kalkışsam, 
yeni bir adım atmayı düşünsem ciddi anlamda “ sakin olmalısın. 
İyice düşünmelisin. Kendini ve gücünü bilmeden hareket etmemelisin”
derim kendi kendime. 
Yaşamımın her anında;“Ani kararlarımı, bu kararlardan kaynaklanabilecek yanlışlarımı önleyen önsezilerimin, bu iki sözcükte gizli olduğunu düşünürüm.
 Gerçekleri görmemi sağlayan, 
genetik yapımı oluşturan/
beni var eden / 
büyük güç önlüyor” 
diye düşünür, ona göre de davranırım… 
Bu nedenle; yaşamımda öncü / 
gizemli bir güç olan bu iki sözcüğün nereden geldiğini, 
yazılı olduğu tapınağın nerede olduğunu
 öğrenme isteğimi de 
hiç ama hiç yitirmedim… 
Hekimlik ve eğitimsel çalışmalarımın yoğunluğu biraz azalınca, 
biraz soluk alınca, İstanbul’un cıvıltılı Semtlerinden olan 
Beyoğlu ve Tarih Kokulu Sahaflar çarşısındaki sanat ve kültür ışıltılı kitapçılar, 
sıklıkla uğrak yerlerim olmuştur. 
Hemen her gün yeni bir kitapla tanışmak öylesine hoş bir duygu idi ki benim için. 
Bu duygu anlatılmaz yaşanır. 
Öte yandan son günlerde, bilgisayarla dost olmanın,
 internet ile iletişim kurmanın şansını yakalamanın da
 keyfi göz ardı edilemez, 
benim için. 
Delphoi tapınağının nerede olduğu araştırmaya
 karar verdiğim günlerde, 
bir sitenin içinde kutsal tapınakların duvarları 
arasında saklanırken buldum Onu…


Dünyada çok sayıda kutsal tapınak vardı kuşkusuz. 
Yıllar öncesinde katıldığım 
Uluslar arası bir kongrenin ardından Bangkok 
sokaklarında dolaşırken, 
her evin bahçesinde kuş yuvasına benzeyen minik, 
tahtadan yapılmış  tapınakları gördüğümde hem gülmüş hem de 
“Aferin sana Tanrı Buda. Her an inanlarının yanındasın. 
Senin öğretilerini unutmaları olası mı?” diyerek 
Budizm’i benimsemişlerin bu ilginç buluşlarına hayran olmuş,
 onları içimden alkışlamıştım.
Rengârenk boyanmış bu tapınaklar 
yetiyordu insanlara ibadet etmeleri için.
 Önemli olan inançları idi. 
Buda her yerde onlarla birlikteydi, onlara destek oluyordu nasılsa… 
Dünyada gerçek anlamda bilinen üç kutsal tapınak vardı… 
İkisi Anadolu muzun topraklarında, Didim ve İzmir yakınlarında idi.
Üçüncüsü de Komşumuz Yunanistan’ın Başkenti olan, 
Atina yakınındaki Delphoi Tapınağı idi.
Tapınağın giriş kapısının sol tarafına Sokrates’in öğretiler yazılmıştı 
eski yunan alfabesi ile… 
Bu sözler; o gün olduğu gibi, bu gün de, yeni bir yüzyıl insanı için
 yol gösterici nitelikte idi… 
Büyük Düşünürümüz 
Hazret-i Mevlana Celalettin Rumi’nin, 
her yıl yüz binlerce insanın ziyaret ettiği 
Konya’daki Türbesinden içeri girildiğinde; 
"Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” 
duvar yazısındaki yol  gösterici sözcükler ziyaretçiler tarafından
 beğeni ile okunuyordu… 
Bu veciz sözlerin yıllar önce,
Delphoi tapınağının kapısında; 
“olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol, 
sevmiyorsan sever gibi yapma ” 
sözleri ile benzeşmesi Tanrısal bir rastlantı mı idi? 
Nasıl düşünülürse düşünülsün, bu benzerlik hem şaşırttı hem mutlu etti. 
Anadolu Topraklarımızdaki düşünürlerin ileri görüşlerini ve çağdaşlığını
 anlatıyordu bütün bunlar… Tapınağın diğer yazıları da bir birinden değerli ve 
yol gösterici idi… Çıkınımdaki kutsal sözcükleri her zamanki gibi 
yazarak paylaşmayı düşündüğümde,
 kalbimdeki çizgili kaslarımın telaşlı hücreleri 
teşekkür etti kalemime… 
Beynimdeki dingin hücrelerim de her zamanki gibi alkışlayarak 
ama ciddi duruşlarla kutladılar, çizgili defterimi… 
Gelin birlikte değerlendirelim, kişisel yorumumu da kattığım, 
Delphoi Tapınağının kapısında insanlığın iyiliği, 
mutluluğu ve dingin yaşamı için yazılan sözleri;

·        Ne kadar küçük olursa olsun işinle ilgilenmelisin. 
İşin yaşam dayanağının önceliği ve temeli olmalıdır.

·        Gürültü ve Patırtının ortasında sakin olmayı başarabilmelisin…

·        Sessizliğin ve sükûnetin içinde dinginlik ve mutluluk olduğun
          Unutmamalısın...

·        Telaşsız, yavaş ve anlaşılır bir dille konuşmalısın… Konuşurken başkalarını da dinlemelisin. 
Akıllı olmasalar, hatta yeterli bilgileri olmasalar bile karşındakileri dinlemelisin… 
Çünkü; doğru seçtiğin kitaplardan edindiğin bilgilerin yanı sıra, 
onlardan da çok şey öğrenebilirsin… 
Çünkü dünyada herkesin bilinen/ bilinmeyen bir öyküsü vardır mutlaka…
 O öyküler başkalarında olduğu gibi senin için de yol gösterici olabilir…

·         Yaşamın anlamını bilmeli ve tadını çıkarmaya çalışmalısın…
Çünkü geride kalan anlar geri dönüşümsüzdür…
 Başka türlü davranmak gerekmedikçe, herkesle dost olmaya çalışmalısın… 
Fakat kimseye tam olarak güvenmemeli, teslim olmamalısın…


·        Sevgi ve Aşkı değerlendirmeyi bilmelisin… Sevgi ve Aşk, kıraç
           Toprakların taze yeşili ve rengârenk çiçekleridir… Yani gerçek aşk ve
           Sevgi, mutlu yaşamın ta kendisidir…

·        Yılların akıp gitmesine öfkelenmemelisin… 
Gülümseyerek hatta kahkahalarla gülebilmelisin geçmişte olup bitenlere… 
Çünkü her şeyi ile o yılları sen yaşadın, hesabını kimse soramaz… 
Vermeye de zorunlu değilsin…

·        Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek geçmişte bırakmalısın. 
Şimdiki seni; sana yakışır bir biçimde keyifli ve dertlerin ile çevreni sıkmadan yaşamalısın… 
Anıların arasından en güzellerini ve seni mutlu edenlerini seçmeli,
 diğerlerini fırlatıp erişilmeyen uzaklara atmalısın...

·        Hangi konuda olursa olsun kavgalarını sürdürürken bile kendi 
Kendinle barış içinde olmalısın. Görmeye çalış ki her şeye karşın
Dünya güzeldir. Yaşamak da öyle…

·        Arada bir isyan etsen bile unutma ki içinde yaşadığın evreni
 Yargılamak olanaksızdır… 
Öyleyse önce kendini sorgulamalısın…
Doğru olanı da kendin bulmalısın…

·        Yaşam için iki şey çok önemlidir. 
Bunlar, var oluşunun, varlığını
Sürdürebilmenin özüdür; 
Kin tutmamalısın ama olanları da asla
Unutmamalısın…
·       Son öğüdümüz; Herkesi ve her şeyi sevemezsin… 
Sevmeyi hak edenleri ve hak edileni sevmelisin…









İĞDE ÇİÇEKLERİNİN KOKUSUNU ÖZLÜYORUM


 

Ne zaman yollara düşse, elindeki kalem yalnız bırakmıyor, duygularını mutlaka çizgili defterleri ile paylaşmasını istiyordu. İyi ki de istiyordu. Yoksa şimdiki kendisi olabilir miydi? Bu kez de iğde çiçeklerinin büyülü kokusu yayılıyor vazgeçemediği hayal evrenine. Dikeni batmıyor, gerçek yaşamındaki dingin yüreğini kanatmıyordu ama sarıçiçeklerle büyüleniyordu. Öğrencilik günlerinde olduğu gibi, güzel anıları yanı başındaydı ve gülümsüyorlardı sessizce…

Yıl 1981…Haziran’ın ilk günleri, baharın bitimini izleyen o günlerde, doğa öylesine büyüleyiciydi ki… Bir haftadır Ankara’daydı. Önemli bir toplantıya katılmak için geldiği kent değişmişti sanki. Onun yaşadığı günlerde, yürüdüğü yollarda gölgelenen ağaçlar büyümüştü, rengârenk, çok katlı, yeni evler süslüyordu Başkentin bir zamanlar yemyeşil olan, sulağında leyleklerin boy gösterdiği uçsuz bucaksız kırsalını. Hafta sonu için ailesinin yanına dönüyor, hafta başında yeniden dönmek için yola koyuluyordu. O gün İstanbul’daki evine dönmek için hava alanı yolundaydı. Uçağı akşam saatlerinde kalkacaktı. Onu yolcu etmek için gelmek isteyen, yıllardır görmediği, toplantıda karşılaştığı, eskimeyen bir dostu, sınıf arkadaşının isteğini geri çeviremedi ister istemez. Arkadaşı, o güne kadar görmediği, yol üzerindeki çubuk barajını ona göstermekte kararlı idi. İlk kez Çubuk Barajının iğde ağaçları ile süslenmiş patikadan yolunda yürüyorlardı. Belleklerine takılı, üniversiteli yıllarının gençlik kokulu duygularını da almışlardı yanlarına sanki. O günlerin heyecanı ile dolu olduklarını biliyorlar ama belli etmiyorlardı birbirlerine. Birbirlerini görmedikleri günlerindeki yaşamları ile ilgili soru sormama konusunda kararlı gibiydiler. Gerçek yaşamları izin vermiyordu bu sorulara besbelli. Eskimeyen, gizemli bir sevdanın esintisine izin vermiyordu şimdiki gerçek yaşamları. Yalnızca sıcacık bir dostluk rüzgârı esiyordu aralarında. Bu rüzgâr bile yetiyordu iğde çiçeklerinin kokusu ile onları eskimeyen eski günlerine götürmek için…

Aydın beyinleri, dingin yürekleri dostluğu öne çıkarıyor, okullu yılların bitimsiz özlemlerini eksiltmeden sunuyordu sanki… Titreyen bir el, sarıçiçekli bir dal koparıyor, kim bilir kaç yıldır o yolları gölgeleyen, bol dikenli iğde ağacından… İç açıcı kokusu ile sarhoş olduğunu belli etmeden, dikkatle uzatıyordu iğde dalını, buruk bir sevgiyle, yorum yapmadan, yitimsiz bir hüzünle… İki insanın geçmişi geri getiren genç bakışları, bir an takılı kalıyordu birbirine… Hepsi o kadar…

Hava harikaydı, duygular yoğundu. Gözlerde hep o sönmeyen-bitimsiz ışık vardı Yol uzun ve aydınlıktı. Gençlik günlerinin doludizgin duyguları bir çift kanadın sesi ile uzaklaşıyordu yanlarından eskilerde olduğu gibi. Uzaktan, bir el veda ediyordu geçmişe, bu güne ve geleceğe, yitimsiz bir sevgi ile... Buğulu bir camın ardından, erişemediği, o yaşanması düşlenmiş ama yaşanmamış geçmişe uzanaraktan... Hüzün dolu gözler, bulutların ötesinden yansıyan güneşin ışıklarıyla, Başkentin tepelerinden iki insanın yüreğine ve beynine bir kez daha yerleşiyordu kimseye görünmeden, sessizce... Yaşam gerçekti, yadsınamazdı…


Özlüyorum

İğde çiçeklerinin kokusu hep gönlümde
                                Her zaman seyrettiğim yolları özlüyorum
Eskimiş sokaklarda eskimemiş duygular
                       Baharın sıcaklığı sihirli bakışlarda
Anıları yaşatan başkenti özlüyorum.

Oya gibi işlenmiş günleri özlüyorum
                       Gözlerime yerleşmiş gözleri özlüyorum
İçimde filizlenen bahar çiçeklerini
                      Göç yollarından dönen kuşları özlüyorum.
                                        
 O köydeki pınarı su içtiğim tasları
                 Özgürlüğü kısıtsız koşan doruk atları
Bana beni anlatan gerçekleri yaşatan
                      Düşlerde sakladığım öz beni özlüyorum.

  • Günlük-Başkent Notları-Haziran 1981- Çubuk Barajı-