İnsanlar vardır, düşle karışık sevdalarını doludizgin yaşarlar, aşklarını
saman yolundaki yıldızlara gülerek anlatırlar. Ekmeklerine emeklerini,
emeklerine sevgilerini ustaca katarlar. Doğru bilgilerini ayırımsız paylaşırlar.
Gündüz güneş olur ışırlar, gece yıldız olur parlarlar. İşte onlar dingin yaşamı
yakalarlar, bilgece davranırlar, insanca yaşarlar ve de yaşatırlar. Bu duygu ve
düşünce, pek çoğumuzun yaptığı ya da yapmayı düşündüğü yaşam evrenimizin belki
de üzerinde durulmadan geçiştirilen, yazıya dökülmeyen bir yaşamsal kesiti
değil mi?
İnsanlar vardır, kendilerini Tanrı sanırlar, kasıldıkça kasılırlar, küçük
dağları yarattıklarını sanırlar. Dostluk, arkadaşlık, iyilik, doğruluk
sözcükleri yoktur sözlüklerinde. Güzellikleri paylaşmayı bilmezler, güzel
düşünmezler. Nalıncı keseri gibi her şeyi kendilerine yontarlar.
Acımasızdırlar. Dost görünüşlerinin altında yatan gerçekleri anlamakta çoğu kez
geç kalırız. “Keşke seni tanımasaydık”
deriz kendi kendimize, kimseye belli etmeyiz bu duygu ve düşüncelerimizi,
utandığımız için. “Onların fırlatıp çok uzaklara atmamız gereken pis kokulu,
niteliksiz davranışlarını ve o davranışların yitimsiz kahramanlarını! ayakta
alkışlayarak teşekkür mü edelim, bize çevremizi çok daha iyi görmemizde destek
oldukları, yol gösterdikleri için” sorusunu sorarız kendimize, bazı zamanlarda,
yanıtı zor da olsa… Kanımca; bu ve benzer soruları sormak kadar yanıtlamak da
çok zor, hatta olanaksız gibi…
Yıllarca sessiz kalan gözlemlerimizin sonucunda yakalayabildiğimiz pis
kokulu konuşmalar, dostluktan uzak gerçek olmayan gülümseyişler, sırıtkanlıklar,
el etek öpen niteliksiz davranışlar bir gün gelir günlüğümüzden gün ışığına
çıkabilir. Kalemimiz ve çizgili defterimiz hüzünle titrer bütün bunları aralarında
paylaşırken… Tanımladığımız bu insanlarla, bize topluma yarar yerine zarar
veren / kendilerini tanrı zanneden insanlarla, ilgili düşüncelerimizi yazmamızın
gerekli olduğunu da düşünürüz. Bu insanlar, yazılarımız için esin kaynağımız
oldukları için, kendilerini “mitolojik kahraman” olarak da görebilirler. “Onlara bu şansı versek mi?” diye de düşünebiliriz…
Zor olsa da böyle düşünmekten kendimizi alamayız, özellikle de haksızlıklarla
karşılaştığımızda, kendimize kızgın olduğumuz zamanlarda…
İyi ki Yazar Rampa’nın “ Üçüncü Göz “ yapıtında da anlattığı Üçüncü
Gözümüzle / İç gözümüzle algılayabilmişiz / tanıyabilmişiz çevremizde dolaşan,
bizi yönetmeye çalışan, böyle insanları. Onların maskelerinin ardındaki gerçek
yüzlerini gördükten, kokuşmuş ruhları için her gün sürdükleri insanların dışkılarından
hazırlanmış( Süskind’in Koku isimli yapıtı) Fransız parfümleri
ile pis kokularını baskılamak için ellerinden ne geliyorsa yaptıklarını
gözlemledikten sonra iki gözlerinin bile olmadığını anlayabiliyoruz yazık ki. Onların
ve onlara benzeyenlerin, at gözlüğü takmaya bile gereksinimlerinin olamadığını
da görüyoruz. Çünkü kördür onlar, toplumsal, evrensel kördürler. İnsanda var
olması gereken görme yetisinden yoksun bir körlüktür bu, asla da düzelmez. En
becerikli ve de donanımlı göz hekimleri bile yardım edemez onlara. Genlerindeki
ikili sarmallı DNA’larının özünde
bozukluk var çünkü. Çevre koşulları, bu bozukluğu bir süre baskılar…
Çevresindekiler algılayamaz bu körlüğü… Ama bir gün, kırmızı bir koltuğa oturma
fırsatını yakaladıklarında, insanları yönetme yetkilerini ellerine geçirdiklerinde,
var olan bozuk genleri ateşlenir, körlükleri hiç ama hiç düzelemez… Ellerindeki
değneklerle yürümeyi denerler, yürüyemezler, yere çakılırlar… Evet, yere çakılırlar…
Kalkamazlar…
Çıkarcılığın, duyarsızlığın, umarsızlığın kirlettiği kanlarını taşıyan yozlaşmış,
bozulmuş, temizlikten yoksun kalmış kan damarlarının yeterince besleyemediği
bir göz dibi anatomisi ve fizyolojisi olan görme organından başkaca ne
bekleyebiliriz ki. Üstüne üstlük beyin ve de kalplerindeki hücreler de benzer
şanssızlıkla bozuk yaratılmış olabilir… Çevrelerini, biz gerçek aydın, dürüst
ve de çağdaş insanlar gibi, düşünebilir, duyumsayabilirler, algılayabilir v
görebilirler mi? Her zaman olduğu gibi bizi var eden büyük güce, başımızı beyaz
bulutların süslediği masmavi, ucu bucağı görülmeyen, gökyüzüne doğru çevirerek
teşekkür ediyoruz… Bizi; görmeyi öğrenememiş gözlerle, kirli kanın dolaştığı
bir kalp ve kokuşmuş bir beyinle var etmediği için teşekkür etmenin erdemini
yakalayarak, sessizce yaşam yolumuzda yürümeyi sürdürüyoruz…İnançla, onurla,
mutlulukla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder