25 Kasım 2014 Salı

İSTANBUL'DA TARİH KOKULU BİR CADDE: İSTİKLAL CADDESİ

İstanbul, dünyanın en kalabalık onuncu kenti. Yeditepe’den seyredersiniz mavi Marmara’yı, denizin ortasında doğmuş adaları, Çanakkale’den girişi, Karadeniz çıkışı. Tarih kokar İstanbul. Uygarlığın beşiğidir. Yeşilin en yeşili, mavinin en mavisi kucaklar sizi. Yağmurdan sonra, Anadolu Hisarı'ndan doğan gökkuşağının Rumeli Hisarı'na uzanması görülmeye değer. Ama öyle bir semti vardır ki bu tarihi kentin, bir kez yerleşirse yüreğinize, kor alev bile eline su dökemez yanan ateşin. Beylerin oğulları saltanat sürmüştür bir zamanlar buralarda. Beyoğlu’na çıkmıştır adı ondan sonra. Evrensel yaşamın yitimsiz kopyasıdır buraları. Salah Birsel’in “Ah Beyoğlu vah Beyoğlu” yapıtı ne güzel anlatır buraları. Hele “Kahveler” adını verdiği kahve kokulu yapıtının tadına doyum olmaz. Haldun Taner’in “Şişhanede Yağmur Yağıyordu” yapıtın- daki Şişhane yokuşunun sonunda attığınız ilk adımda karşınıza muhteşem bir yapıt çıkar. Şimdilerde kahvehanelerin arasına serpiştirilmiş sanat evlerinin güzelliği ile büyülenirsiniz. Bir tramvay kalkar yokuşun başından. Kampanasına takılır anılarınız. Sizi İstiklal Caddesi denilen bir caddeden Taksim Meydanı'na Mustafa Kemal Atatürk ve dostlarının heykellerinin önüne taşır. O heykelin dili varmaz oralarda yaşanan olayları, 1 Mayısları, başkaldırıları anlatmaya. 

İstiklal Caddesi 1927’den önce Cadde-i Kebir olarak ün salmıştır. Olağandışı güzellikteki tarihi binalar, heykeller, kliseler, konsolosluklar, tiyatrolar, kitap- çılar, kafeler, tramvay yolculuğunuzda size eşlik ederler kampana sesleri arasında. Öylesine kalabalıktır ki İstiklal Caddesi, özgürce yürüyemezsiniz. Her yaştan, her cinsten, her milletten, her meslekten, her telden çalan insanlar yan yana, omuz omuza yürürler bu caddede, renkli, albenili yaşamın ritmine uyarak. Köşe başlarında çevreyi seyredenleri siz de merakla izlersiniz. Dağların Çocuğu Pala Şair, çiçekle süslenmiş ilginç şapkasının altında, ciddi görünümlü yüzünü kaplayan, pehlivanları kıskan- dıran pala bıyıkları, tertemiz ve çağdaş giysisinin üstünü süsleyen al bayraklı, değişik görünümlü madalyaları, kırmızı ve sarı gülleri, andız ağacından yapılmış dev tespihi ve şık çantası ile hep aynı yerde, İstiklal Caddesi'nin ortasında, şık bir vitrinin önünde durur tüm gün. Ülke dışından gelen konuklarla çektirdiği fotoğraflarla sürdürür yaşamını. Yaşamı noktalanıncaya kadar böyle geçmiştir günleri. 

İstiklal Caddesi anlatılmakla bitmeyen uzun, yorucu ama mutlu ve gururlu yaşamı ile belleklerden hiç çıkmaz. Bir gelen yine gelir, bir gören yine görmek ister. Bir gezen bitiremez geze geze. Gezilmeye değer doğrusu, yazılmaya değdiği gibi. 


Prof. Dr. Yıldız Tümerdem

DİNLE ÇOCUĞUM


DİNLE ÇOCUĞUM

Güneşi armağan ettim
Yüreğin ısınsın, yolun ışısın diye.
Dolunayı, parlayan yıldızları,
Serdim önüne, yolun aydınlansın diye.
Yağmurlar yağdırdım.
Dört mevsimde yaşam evrenine
Bilgi yağdırasın diye.
Ufkun ötesini gör istedim. 
İlkeli yaşamayı öğrenebilesin diye.
Kulak ver öğüdüme, kaybetmezsin.
Ama karar yine de senin çocuğum
Karar senin çocuğum.

Prof. Dr. Yıldız Tümerdem

24 Kasım 2014 Pazartesi

ANADOLU BİTKİLERİ

Gezdiğim yerlerden öğrendiklerim

Yıldız Tümerdem
Anadolu Bitkileri


Ankara’da büyüdüm… Çocukluğumda, hastalandığım zaman ilaç kullanılmadan önce değişik otlardan hazırlanmış çayları içmem istenirdi... Bazıları çok lezzetli, bazıları da acı gelirdi… Midemin bulandığını, kustuğumu anımsıyorum… Evimizde değişik otlar, Amerikan bezindeki torbalarda saklanırdı… 
Mutfak duvarında sıralanırdı, üstlerine mor kalemle isimleri yazılarak. Ihlamur, papatya, rezene, kantaron çiçeği, zeytin yaprağı, kuşburnu, ısırgan, defne, nane, mısır püskülü, ayva yaprağı, elma kabuğu, anason, adaçayı yaprağı ve çiçeği, sinameki yaprağı, kiraz sapı hatme çiçeği aklımda kalanlardı… Bunlara kavanozlarda saklanan karabiber, kırmızıbiber, çörek otu, kekik, keten tohumu, zencefil, karanfil vb. de eklenirdi…

 Ön baharlarda kırlardan toplanarak salata ve yemek olarak sofralarımızı donatan, ısırgan, ebe gömeci, labada, madımak vb. çok sayıda ot vardı bilinen… Mantarlar da bunların arasında yer alıyordu... Toplanan mantarlar ve otlardan yapılan yemekleri yedikten sonra hastaneye yatanları anımsıyorum… Gazetelerden, mantar yedikten sonra hastalanan hatta yaşamını yitiren insanları, özellikle de çocukları öğrendiğimde çok üzülürdüm… Otlarla yapılan yemekleri yiyemezdim, çevremdekilerin de yemelerine karşı koyardım. Hastalanmamızdan çok korkardım… O zamandan belliymiş hekim olacağım sanki… Bu gün bile, çamların altından toplanan, değişik adlardaki mantarları ve yollardan, otobanlardan, mezarlıklardan (egzoz gazı ile kirlenen, kansere davetiye çıkaran, zehirleyebilen) toplanan otları satın almam ve de kimseye de önermem…

Çok iyi anımsıyorum, kış aylarında kömür sobalarımızın üstünde, kalaylı çaydanlıklarımızda, bahçemizdeki ağaçlardan topladığımız ıhlamuru çok uzun süre kaynatılırdı… Üstüne soğuk su koydukça rengi kırmızı olurdu… Beklenen bu renkti… Tüm otlar kaynatılarak içilirdi… Çay dışında hiçbir ot demlenmezdi… Çay bile uzun süre demlenir, bittikçe çay konulur, sıcak su eklenirdi… Boğazımız ağrıdığı zaman, lapa haline getirilmiş keten tohumu bir bezle ılık bir halde, boynumuza bağlanırdı… Zeytinin ezilerek boyuna sarıldığını gördüğümde de çok şaşırmıştım… Romatizma ağrılarında eklemlere Karadeniz bölgesinden getirtilen deli bal sürülürdü… Öksürdüğümüzde hatme çiçeği, elma kabuğu, ıhlamur, karanfil, zencefil kaynatılarak içirilir, sırtımıza tentürdiyotlu şişe çekilirdi…
Böbrek taşı, idrar yaparken yanma ve ağrı olanlara, mısır püskülü, zeytin yaprağı, kiraz sapı kaynatılarak içirilirdi. Kadın hastalıklarında, ceviz yaprağı kaynatılır, içine bazı otlar konulur, ılıklaştırılan su leğene dökülürdü… Otların bulunduğu bu suya oturtulurdu kadınlar. Bazen yarım bazen bir saat… Duyduğumda çok şaşırırdım… Neden hekime gitmezlerdi de bu saçmalıkları yaparlardı… Boğaz ağrısında, zencefilli, tarçınlı salep içirilirdi… Saçı dökülenler, kaynatılmış zeytin yaprağı ile yıkardı başlarını… Defne yağı ile yağlarlardı saçlarını. Örnekler saymakla bitmez bu konuda…


Doğudan batıya güneyden kuzeye Anadolu topraklarımızı çocuk ve toplum hekimi olarak dolaştım durdum hizmet ve eğitim vermek için… Onlara öğrettiklerimden çok onlardan bilgi edindim, kitaplarda yazılmayan. Bunlar arasında bitki kullanımının yanlışları da çoktu. Onlara doğruları anlatmaya çalıştım. Onların doğrularını da defterlerime yazdım.  Bu arada, en doğru bilgiyi, Ayvalık ve yöresinden beni davet eden dostlarımdan öğrendim. Bandırma, Balıkesir yöresinde gençlere “ sigara-alkol- madde ve yanlış davranış” konferansları verirken, çok şey öğrendim yöre halkından… Bildiğimiz zeytin ve zeytinyağını kullananların sağlıklı ve uzun yaşadığını gözlerimle gördüm. Otları bilinçli kullanıyorlardı… Kaynatmıyorlardı. 10–15 dakika demleme yetiyordu sağlık için. Çayı da 15 dakika demleyerek içiyorlardı… Çiğ yeniliyordu otlar… Salata yapılıyordu…. O bilgilerime yenilerini ekledim ve paylaştım konuşmalarım sırasında, dost sofralarda. Anadolu’nun arif insanlarının bitki kültürüne hayran kaldım. Buna Orta Asyalı Türk Ata soyumun insanlarının bilgisi de eklendi bu konudaki bilgilerime. Sağlıklı kalalım, her gün yeni ve doğru bilgilerle uzun ve sağlıklı yaşamayı, genç kalmayı başarabiliriz. Denemeye değer…





DİLEK TUT

Dilek Tut


Bir dilek tut
Dostum
Yalnızca bir dilek
Seni gençlik anılarından
Alıp güne taşıyacak
Bir dilek

 Bir dilek tut dostum
Yalnızca bir dilek

Gençlik anılarını
Sevgiyle sana getirecek
Bir dilek tut
Yüreğinle, beyninle tut bir dilek
Seni de çevreni de mutlu edecek bir dilek…

Prof. Dr. Yıldız Tümerdem

                

KADININ YAZGISI DEĞİL BU

                 
   
       
        Her yıl Ulusal Bayramlarımızı, Dünya Kadınlar Günümüzü kutluyoruz… Atamızın bu evrende noktalanan yaşam gününü, 10 Kasım tarihini hiç ama hiç unutmuyoruz… Ulusal Birliğimizin üzerinde oynanan oyunlar, içinde bulunduğumuz zor koşullar karşısında çaresizliğimize kahrediyoruz... İçimizi yakıyor bütün bu  olup bitenle, yaşadıklarımız… Duygularımızı kalemimiz ile paylaşarak bir çıkış yolu arıyor, geçmişe açık bir pencereden bakarak gerçekleri, inandıklarımı kâğıtlarla paylaşıyoruz… Öyle çok ki yazmak istediklerimiz… Önümüzdeki yaşam sürecimizin  yetmeyeceğini de biliyoruz…

       New York’ ta, Amerika Birleşik Devletlerinin en kalabalık, adı her yerde anılan en büyük kentlerinden birinde, bir dünya kentindeyiz… Çok sayıda tekstil fabrikasında binlerce yoksul kadın çalışıyor bu kentte. Yoksul mahallelerde yoksullukları ile başa çıkmaya çalışan bu kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok… Günde en az 15 saat çalışıyorlar... Çalıştıkları iş yerlerinin koşulları çok yetersiz ve de sağlıksız... Köleler gibi çalışmalarına karşın çok düşük ücret alıyorlar… Erkek işçilerin de çalışma koşulları ve ortamları kadınlardan farklı değil. Ancak kadınlara göre iki kat fazla ücret alıyorlar… Bu durum yalnızca Amerika’da, New York kentinde görülmüyor... Avrupa ülkelerinden özellikle İngiltere ve Fransa’da da kadınlar sömürülüyor benzer yöntemlerle...

      Tarih 8 Mart 1857... İnsanca yaşama hakkını almaya karar vermiş olan 40 bini aşkın dokuma işçisi kadın sözü edilen haksızlığa “dur diyebilmek, seslerini duyurabilmek için sokaklara çıktılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, evrenin var oluşundan bu yana, yaşama şansı bir anlamda elinden alınmış, değeri bilinememiş, emeğinin karşılığını alamamış hemcinsleri için başkaldırdılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, horlanmış, itilip kakılmış, yeteneğini bir türlü kanıtlayamamış, eğitimden yoksun, kimliği olmayan,  aşkına- sevgisine sahip çıkmak için haksızlığa baş kaldırmış, kumalığı kabul etmeyen kadınların hakları ve özgürlükleri adına da sokaktalar... Cinsel istismara uğramış, töre cinayetine kurban gitmiş kadınlar adına sokaktalar… Anadolu insanımızın söylediği gibi erkeklere ; “ yetti artık, inceldiği yerden kopsun, ne haliniz varsa görün” demek için sokaktalar… Yalnız kendileri için değil / geçmiş için değil / o gün için değil / gelecekteki kadınlar ve kucaklarına alıp sevemedikleri çocukları için / benzer kaderi paylaşacak olan torunları için sokaktalar... Tek sözcükle; “ zengin- fakir, genç- yaşlı, sağlıklı ve hastalıklı-engelli tüm kadınların hakkını aramak için, çocuklarının geleceği için” sokaktalar… “Eşit işe eşit ücret, iş yerlerinde, günde 8–10 saatten fazla çalışmamak, erkekle eşit haklara sahip olmak”  için sokaktalar… Eylem sırasında kadınlar dövülüyor, hırpalanıyor, yerlerde sürükleniyor… İş yerlerinde çıkan yangında pek çok kadın yanarak, dumandan boğularak yaşamlarını yitiriyorlar…
Üstüne üslük, son anda ölümden dönen kadınlar tutuklanarak ceza evine yollanıyorlar... İş yeri koşulları sağlıksız olduğu için sokaklara dökülen kadınların alın yazıları değişmiyor… Bu kez de ceza evlerinin korkunç koşullarına ister istemez katlanıyorlar… Günümüzde de böyle olmuyor mu? Kadın ya da erkek farkı gözetmeden, hakkını arayan herkes, benzer olaylarla karşı karşıya gelmiyor mu?

        Amerika Birleşik Devletlerinde, genç bir çocuk hekimi olarak, ikinci uzmanlık eğitimimi( toplum Hekimliği) aldığım Kentucky-Lexington üniversitesinde, kız öğrencilerini polis, hem de üniversitenin bahçesinde saçlarından tutarak yerlerde sürüklemişti… Öğrencilerin direnişlerinin tek nedeni, sınav tarihinin değişmesi ile ilgili idi... Masum bir eyleme katılmışlardı öğrenciler ve de haklıydılar haklarını arama konusunda… O günlerde, çok şaşırmıştım bu görüntü karşısında. Bu gün olsa hiç şaşırmaz, doğal karşılardım demokratik olmayan bu davranışı… Uygar Demokratik Çağdaş Amerika Yönetiminin maskesiz-gerçek yüzünü görebiliyorum şimdiki ben olarak, üçüncü gözümle de…

         New York, 8 Mart 1908… 51 yıl sonra, işçi kadınlar değişmeyen iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, oy kullanma, seçme ve de seçilme hakkı için eylem yapıyorlar... Yalnızca zengin erkeklere tanınan bu haklardan, eşit olarak herkesin yararlanmasının gerekliliğini savunuyorlar… Diğer bir deyişle kadınlar, yönetime katılma, yöneteni seçme hakkı için sokaktalar… İşçi kadınları sokağa döken haksızlıklar anlatılmakla, yazılmakla bitmiyor… Taş plaklardan, Safiye Ayla’nın sesinden dinlediğim, Türk musikisinin beğenilen bir şarkısının sözlerini anımsıyorum; “ Söylemek istesem gönüldekini dilime dolanan ıstırap olur /  yazsaydım derdimin ben bir tekini / ciltlere sığmayan bir kitap olur.” Duygularımız ciltlere sığmayan kitap yazdırıyorsa, yıllardır biz kadınlara yapılan haksızlıkları nerelere sığdırabilirdik acaba? Kanımca, gizemini çözemediğimiz göklere bile sığmayacak boyutlarda idi kadınlarımızın sorunları… O günün koşullarında, haklı olduğu kabul edilen başkaldırı, bugün için de geçerliliğini koruyor… Aslında, değişen çok bir şey yok ne evrende ne de ülkemizde… Kadınlar hala sömürülüyor, tecavüze uğruyorlar… Erkekler aklanıyor, kadınlar suçlanıyor, öldürülüyor… Bedenlerinde ve kucaklarında taşıdıkları bebeleri ile birlikte yok ediliyorlar… Evet, satılıyorlar, töre ve aşk cinayetlerine kurban gidiyorlar, emeklerinin karşılığını asla alamıyorlar… Sırtından sopa, karınlarından bebe eksik olmuyor... Üstlerine kuma getiriliyor, duygularına ihanet ediliyor. Ulusal dillerini öğrenemiyorlar okuyup yazamıyorlar… Mesleklerini, işlerini, eşlerini kendileri seçemiyor… Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün, Atamızın Bırakıtı(emaneti), Türkiye Cumhuriyeti Yasalarının onlara verdiği haklardan ve özgürlüklerden göz göre, göre yararlanamıyorlar... Erkeğe köle ediliyorlar bir anlamda… 10 yaşında, ufacık bir çocukken bile satılıyorlar babaları, dedeleri yaşındakilere…
         Kaçıyorlar kabullenemedikleri yaşamlarından, bir bilinmeyene koşuyorlar, koşuyorlar… Taşı toprağı altın olan büyük kentlere sığınıyorlar… Oralarda istemeseler, direnseler bile, bedenlerini satarak, içki ve maddelerle tanışarak, yaşamaya mahkûm ediliyorlar… Bırakın kimliklerine sahip çıkmalarını, bedenleri bile tutsak oluyor yanlış düşüncelere, davranışlara ve yaşamlara… Bir bakıyorsunuz, saçlarının bir telinin bile görülmesine izin verilmiyor… Güneşi göremiyor burka ile örtülü masum bakışlı rengi belirsiz gözleri… Gülmeyi öğrenemiyor dudaklar, sevgiye kucak açamıyor kollar… Yürek bumburuşuk duygularla donatılmış… Yaşamın ne anlamı ne değeri yok onlar için... Bazen kalın bir ipin ucunda, bazen coşkun akan bir ırmağın buz gibi soğuk sularında, bazen bir helâ köşesinde dindirmeye çalışıyorlar acılarını, bir bilinmeyene doğru çıktıkları erken ve çok zor bir yolculu yeğliyorlar... “Öldü de kurtuldu” diyor yakınları nedenini bilmedikleri bu yok oluş için… Onları, dokuz ay karnında taşımış, sütüyle beslemiş, hasta olduğunda başında beklemiş anaları bile sarılıyor o uğursuz sözcüklere... Ağıtlar yakılıyor, dinlere özgü törenler yapılıyor, törelere özgü gömütler hazırlanıyor... Yaşama doyamamış gövdesi yakılıyor, külleri dağ yamaçlarına, sulara serpiliyor, toprağın görünen yüzüne hece tahtası dikiliyor, yeşile boyalı, al lale işlenmiş… Bu bir kaçış aslında, dünya insanının kendinden bilinçsizce kaçışı bu…Vicdanları susuz, sabunsuz temizleme yöntemi bir anlamda. Dünyanın her yerinde bu böyle denilerek noktalanıyor olup bitenler…     

         Yıl 1910… Danimarka-Kopenhag’da, “Uluslararası Kadın Konferansı toplantısında, tüm dünya kadınlarını ilgilendiren, çok ama çok önemli bir karar alınıyor…8 Mart ; “Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul ediliyor…  Amerika Birleşik Devletlerinde, 1857 yılında,  bir grup kadının ölümüne baş kaldırışının üstünden 53 yıl geçmiş ve biz yeni uyanıyoruz… Bunu izleyen yıllarda kadınların hakları ve özgürlükleri ile ilgili çok sayıda toplantı yapılıyor, kararlar alınıyor. Sonra; “ neler oluyor, neler değişiyor?” soruları geliyor yeni bir yüz yılda da akıllara… Yeni bir yüz yılda, teknolojinin alıp başını gittiği bir yüzyılda yalnızca bir avuç kadın haklarını ve özgürlüklerini koruyabiliyor… Yine bir avuç kadın, güçlüklere göğüs gererek, çağdaş eğitim alabiliyor ve doruklara çıkabiliyor, kırmızı erk koltuklarına oturabiliyor… Çevresindekilerle ilişkilerini dengeli bir biçimde koruyabildikleri ve yanlış yapmadıkları sürece de dorukta kalmayı başarabiliyorlar. Hepsi bu kadar işte, yalnızca bir avuç kadın… Dünyada da böyle Ülkemizde de böyle. Oysa dünya’da yaklaşık üç milyar kadın, Türkiye’de yaklaşık beş milyon kadın değişmeyen alın yazıları ile yazık ki varlıklarını sürdüremeden yoklukları ile baş başa zorlu bir yaşamın savaşını vermeyi sürdürüyorlar…

         Yaşanılan Evrende, kadınların 1857 yılında,  Amerika’ da, kayıtlara geçen ilk başkaldırısından Yüz elli yedi yıl sonra, kadınlara değer vermeyen suçlulara sesleniyorum; “Suçlu kalk ayağa” diyerek…  Sesimin, kendimden başlayarak evrendeki tüm insanların duymasını istiyorum… Güneşli, ay-yıldızlı, mavi beyaz bulutlarla kaplı göklerde çınlamasını istiyorum… Yazık ki; ayağa kalkma cesaretini gösterebilen hiç kimseyi ama hiç kimseyi göremiyorum… Ben bile kalkamıyorum… Mustafa Kemal Atatürk’ün / Atamızın, ülkemizin kadınları için söylediği, unutulmaz sözlerini anımsıyorum…
Kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, sıcak demeyip /Cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, o ilahi kadınlarımız olmuştur. Onun için hepsini / büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, analarımızı, şükran ve minnetle ebediyen taziz takdis edelim.”                                                                                                   

İçim acıyor… Utanıyorum… Çok ama çok utanıyorum… Göz pınarlarımdaki yaşları içime akıtarak ağlıyor, ağlıyorum…