Her yıl Ulusal
Bayramlarımızı, Dünya Kadınlar Günümüzü kutluyoruz… Atamızın bu evrende
noktalanan yaşam gününü, 10 Kasım tarihini hiç ama hiç unutmuyoruz… Ulusal
Birliğimizin üzerinde oynanan oyunlar, içinde bulunduğumuz zor koşullar karşısında
çaresizliğimize kahrediyoruz... İçimizi yakıyor bütün bu olup bitenle, yaşadıklarımız… Duygularımızı
kalemimiz ile paylaşarak bir çıkış yolu arıyor, geçmişe açık bir pencereden
bakarak gerçekleri, inandıklarımı kâğıtlarla paylaşıyoruz… Öyle çok ki yazmak
istediklerimiz… Önümüzdeki yaşam sürecimizin yetmeyeceğini de biliyoruz…
New York’ ta, Amerika Birleşik
Devletlerinin en kalabalık, adı her yerde anılan en büyük kentlerinden birinde,
bir dünya kentindeyiz… Çok sayıda tekstil fabrikasında binlerce yoksul kadın çalışıyor
bu kentte. Yoksul mahallelerde yoksullukları ile başa çıkmaya çalışan bu
kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok… Günde en az 15 saat çalışıyorlar... Çalıştıkları
iş yerlerinin koşulları çok yetersiz ve de sağlıksız... Köleler gibi çalışmalarına
karşın çok düşük ücret alıyorlar… Erkek işçilerin de çalışma koşulları ve
ortamları kadınlardan farklı değil. Ancak kadınlara göre iki kat fazla ücret
alıyorlar… Bu durum yalnızca Amerika’da, New York kentinde görülmüyor... Avrupa
ülkelerinden özellikle İngiltere ve Fransa’da da kadınlar sömürülüyor benzer
yöntemlerle...
Tarih 8 Mart 1857... İnsanca yaşama hakkını almaya karar vermiş olan 40 bini aşkın dokuma işçisi kadın sözü
edilen haksızlığa “dur” diyebilmek, seslerini duyurabilmek
için sokaklara çıktılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, evrenin var
oluşundan bu yana, yaşama şansı bir anlamda elinden alınmış, değeri
bilinememiş, emeğinin karşılığını alamamış hemcinsleri için başkaldırdılar…
Belki de; yalnız kendileri için değil, horlanmış, itilip kakılmış, yeteneğini
bir türlü kanıtlayamamış, eğitimden yoksun, kimliği olmayan, aşkına- sevgisine sahip çıkmak için haksızlığa
baş kaldırmış, kumalığı kabul etmeyen kadınların hakları ve özgürlükleri adına da
sokaktalar... Cinsel istismara uğramış, töre cinayetine kurban gitmiş kadınlar
adına sokaktalar… Anadolu insanımızın söylediği gibi erkeklere ; “ yetti artık, inceldiği yerden kopsun,
ne haliniz varsa görün” demek için sokaktalar… Yalnız kendileri için değil
/ geçmiş için değil / o gün için değil / gelecekteki kadınlar ve kucaklarına
alıp sevemedikleri çocukları için / benzer kaderi paylaşacak olan torunları
için sokaktalar... Tek sözcükle; “ zengin-
fakir, genç- yaşlı, sağlıklı ve
hastalıklı-engelli tüm kadınların hakkını aramak için, çocuklarının geleceği
için” sokaktalar… “Eşit işe eşit
ücret, iş yerlerinde, günde 8–10 saatten fazla çalışmamak, erkekle eşit haklara
sahip olmak” için sokaktalar… Eylem
sırasında kadınlar dövülüyor, hırpalanıyor, yerlerde sürükleniyor… İş
yerlerinde çıkan yangında pek çok kadın yanarak, dumandan boğularak yaşamlarını
yitiriyorlar…
Üstüne üslük, son anda ölümden dönen
kadınlar tutuklanarak ceza evine yollanıyorlar... İş yeri koşulları sağlıksız
olduğu için sokaklara dökülen kadınların alın yazıları değişmiyor… Bu kez de ceza
evlerinin korkunç koşullarına ister istemez katlanıyorlar… Günümüzde de böyle
olmuyor mu? Kadın ya da erkek farkı gözetmeden, hakkını arayan herkes, benzer
olaylarla karşı karşıya gelmiyor mu?
Amerika Birleşik Devletlerinde, genç
bir çocuk hekimi olarak, ikinci uzmanlık eğitimimi( toplum Hekimliği) aldığım
Kentucky-Lexington üniversitesinde, kız öğrencilerini polis, hem de
üniversitenin bahçesinde saçlarından tutarak yerlerde sürüklemişti… Öğrencilerin
direnişlerinin tek nedeni, sınav tarihinin değişmesi ile ilgili idi... Masum bir
eyleme katılmışlardı öğrenciler ve de haklıydılar haklarını arama konusunda… O
günlerde, çok şaşırmıştım bu görüntü karşısında. Bu gün olsa hiç şaşırmaz,
doğal karşılardım demokratik olmayan bu davranışı… Uygar Demokratik Çağdaş Amerika
Yönetiminin maskesiz-gerçek yüzünü görebiliyorum şimdiki ben olarak, üçüncü
gözümle de…
New York, 8 Mart 1908… 51 yıl sonra, işçi kadınlar
değişmeyen iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, oy kullanma,
seçme ve de seçilme hakkı için eylem yapıyorlar... Yalnızca zengin erkeklere tanınan
bu haklardan, eşit olarak herkesin yararlanmasının gerekliliğini savunuyorlar…
Diğer bir deyişle kadınlar, yönetime katılma, yöneteni seçme hakkı için
sokaktalar… İşçi kadınları sokağa döken haksızlıklar anlatılmakla, yazılmakla
bitmiyor… Taş plaklardan, Safiye Ayla’nın
sesinden dinlediğim, Türk musikisinin beğenilen bir şarkısının sözlerini
anımsıyorum; “ Söylemek istesem
gönüldekini dilime dolanan ıstırap olur / yazsaydım derdimin ben bir tekini / ciltlere sığmayan
bir kitap olur.” Duygularımız ciltlere sığmayan kitap yazdırıyorsa, yıllardır
biz kadınlara yapılan haksızlıkları nerelere
sığdırabilirdik acaba? Kanımca, gizemini çözemediğimiz göklere bile sığmayacak
boyutlarda idi kadınlarımızın sorunları… O günün koşullarında, haklı olduğu
kabul edilen başkaldırı, bugün için de geçerliliğini koruyor… Aslında, değişen
çok bir şey yok ne evrende ne de ülkemizde… Kadınlar hala sömürülüyor, tecavüze
uğruyorlar… Erkekler aklanıyor, kadınlar suçlanıyor, öldürülüyor… Bedenlerinde ve
kucaklarında taşıdıkları bebeleri ile birlikte yok ediliyorlar… Evet, satılıyorlar,
töre ve aşk cinayetlerine kurban gidiyorlar, emeklerinin karşılığını asla alamıyorlar…
Sırtından sopa, karınlarından bebe eksik olmuyor... Üstlerine kuma getiriliyor,
duygularına ihanet ediliyor. Ulusal dillerini öğrenemiyorlar okuyup yazamıyorlar…
Mesleklerini, işlerini, eşlerini kendileri seçemiyor… Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün, Atamızın Bırakıtı(emaneti), Türkiye
Cumhuriyeti Yasalarının onlara verdiği haklardan ve özgürlüklerden göz
göre, göre yararlanamıyorlar... Erkeğe köle ediliyorlar bir anlamda… 10
yaşında, ufacık bir çocukken bile satılıyorlar babaları, dedeleri yaşındakilere…
Kaçıyorlar kabullenemedikleri
yaşamlarından, bir bilinmeyene koşuyorlar, koşuyorlar… Taşı toprağı altın olan büyük
kentlere sığınıyorlar… Oralarda istemeseler, direnseler bile, bedenlerini
satarak, içki ve maddelerle tanışarak, yaşamaya mahkûm ediliyorlar… Bırakın kimliklerine
sahip çıkmalarını, bedenleri bile tutsak oluyor yanlış düşüncelere,
davranışlara ve yaşamlara… Bir bakıyorsunuz, saçlarının bir telinin bile görülmesine
izin verilmiyor… Güneşi göremiyor burka ile örtülü masum bakışlı rengi belirsiz
gözleri… Gülmeyi öğrenemiyor dudaklar, sevgiye kucak açamıyor kollar… Yürek
bumburuşuk duygularla donatılmış… Yaşamın ne anlamı ne değeri yok onlar için...
Bazen kalın bir ipin ucunda, bazen coşkun akan bir ırmağın buz gibi soğuk
sularında, bazen bir helâ köşesinde dindirmeye çalışıyorlar acılarını, bir
bilinmeyene doğru çıktıkları erken ve çok zor bir yolculu yeğliyorlar... “Öldü de kurtuldu” diyor yakınları
nedenini bilmedikleri bu yok oluş için… Onları, dokuz ay karnında taşımış, sütüyle
beslemiş, hasta olduğunda başında beklemiş anaları bile sarılıyor o uğursuz
sözcüklere... Ağıtlar yakılıyor, dinlere özgü törenler yapılıyor, törelere özgü
gömütler hazırlanıyor... Yaşama doyamamış gövdesi yakılıyor, külleri dağ
yamaçlarına, sulara serpiliyor, toprağın görünen yüzüne hece tahtası dikiliyor,
yeşile boyalı, al lale işlenmiş… Bu bir kaçış aslında, dünya insanının kendinden
bilinçsizce kaçışı bu…Vicdanları susuz, sabunsuz temizleme yöntemi bir anlamda.
Dünyanın her yerinde bu böyle denilerek noktalanıyor olup bitenler…
Yıl 1910… Danimarka-Kopenhag’da, “Uluslararası Kadın Konferansı” toplantısında, tüm dünya kadınlarını
ilgilendiren, çok ama çok önemli bir karar alınıyor…8 Mart ; “Dünya Emekçi
Kadınlar Günü” olarak kabul
ediliyor… Amerika Birleşik Devletlerinde, 1857
yılında, bir grup kadının ölümüne baş
kaldırışının üstünden 53 yıl geçmiş
ve biz yeni uyanıyoruz… Bunu izleyen yıllarda kadınların hakları ve
özgürlükleri ile ilgili çok sayıda toplantı yapılıyor, kararlar alınıyor.
Sonra; “ neler oluyor, neler değişiyor?”
soruları geliyor yeni bir yüz yılda da akıllara… Yeni bir yüz yılda,
teknolojinin alıp başını gittiği bir yüzyılda yalnızca bir avuç kadın haklarını
ve özgürlüklerini koruyabiliyor… Yine bir avuç kadın, güçlüklere göğüs gererek,
çağdaş eğitim alabiliyor ve doruklara çıkabiliyor, kırmızı erk koltuklarına oturabiliyor… Çevresindekilerle ilişkilerini dengeli bir biçimde
koruyabildikleri ve yanlış yapmadıkları sürece de dorukta kalmayı başarabiliyorlar.
Hepsi bu kadar işte, yalnızca bir avuç kadın… Dünyada da böyle Ülkemizde de
böyle. Oysa dünya’da yaklaşık üç milyar kadın, Türkiye’de yaklaşık beş milyon
kadın değişmeyen alın yazıları ile yazık ki varlıklarını sürdüremeden
yoklukları ile baş başa zorlu bir yaşamın savaşını vermeyi sürdürüyorlar…
Yaşanılan
Evrende, kadınların 1857 yılında, Amerika’ da, kayıtlara geçen ilk
başkaldırısından Yüz elli yedi yıl sonra,
kadınlara değer vermeyen suçlulara sesleniyorum; “Suçlu kalk ayağa” diyerek… Sesimin, kendimden başlayarak evrendeki
tüm insanların duymasını istiyorum… Güneşli, ay-yıldızlı, mavi beyaz bulutlarla
kaplı göklerde çınlamasını istiyorum… Yazık ki; ayağa kalkma cesaretini gösterebilen
hiç kimseyi ama hiç kimseyi göremiyorum… Ben bile kalkamıyorum… Mustafa Kemal Atatürk’ün / Atamızın, ülkemizin
kadınları için söylediği, unutulmaz sözlerini anımsıyorum…
“ Kucağında yavrusuyla, yağmur
demeyip, sıcak demeyip /Cephenin mühimmatını taşıyan hep
onlar, o ilahi kadınlarımız olmuştur. Onun için hepsini / büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı,
analarımızı, şükran ve minnetle ebediyen taziz takdis edelim.”
İçim acıyor… Utanıyorum… Çok ama çok utanıyorum… Göz pınarlarımdaki
yaşları içime akıtarak ağlıyor, ağlıyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder