31 Mart 2014 Pazartesi

ANADOLU'DA KADIN OLMAK

              Yıldız Tümerdem
     Anadolu’da Kadın Olmak

Töresel giysileri payetlerle bezeli
Uzaklara takılı kara gözler sürmeli
Gümüş işli halhallı, al kadife şalvarlı
Boylu poslu endamlı kadınlarımız güzel

Tan ağarırken kalkan sürüye koyun katan
Tozlu yolları aşan sırtında su taşıyan
Gece gündüz didinen evini yuva yapan
Özverili yaşamı pınarlar kadar güzel


Hamuru yoğuruşu, çocuğu doğuruşu
Tandırda ekmek yapıp evini doyuruşu
Toprağı belleyişi tohumları serpişi
Hasat yapan günlerde başaklar kadar güzel

İpliğe renk vererek tığla ilmek atışı   
Kilimleri dokurken emeğini katışı 
Özenle işlediği çeyizine bakışı  
Yörük çadırlarında sedirler kadar güzel

Kalemiyle yazışı desen yapıp çizişi
Harfleri şiir yapıp duyguyu yaratışı
Okuyarak yazarak ufuklara koşuşu
Kartal kayalıklardan uçuşlar kadar güzel

Savaşta silah tutan, cephelerde koşuşan
Öğrenip eğiterek, ulusu ulus yapan
Varlığı yok sayılıp kumayla aldatılan
Yazgıya isyan eden ilkeler kadar güzel

Tellere dokunarak namelerde dolaşan
Ahenkli dönüşlerle dansıyla sanat yapan
Sanatı sanatkârı tüm dünyada yaşatan
Piyano tuşlarında nameler kadar güzel

Doğarken başka güzel, yaşarken başka güzel
Tanrı yaratmış onu gökyüzü kadar güzel.
                                                                   
 Günlük- 16 Ağustos 1997- Şırnak- İdil


       

ANADOLU TOPRAKLARINDAN SELAM

Yıldız Tümerdem
Anadolu Topraklarından Selam

Görünce kıraç topraklarını Anadolu’mun  / yeşile sevdam alevleniyor
Susuz ırmakların yalnızlığında  / maviye özlemim artıyor
Sağlıksız çocukların /  tükenmiş anaların / yoksun babaların / çaresiz bakışlarında
Yokluğunu yaşıyorum hekimliğimin / varlığıma isyan ederek.

Yolunuz Güneydoğu Anadolu topraklarına düşmediyse düşsün derim. Gerçek dostlarım olan özgür doğa kuşları olan turnalar, leylekler, kartallar, şahinler, atmacalar ve doğanların yanı sıra, insanlarla iç içe yaşamayı öğrenmiş güvercinler, kargalar, kırlangıçlar uçuyor oralarda özgürce. Yol boyunca, madenlerin renklendirdiği sıra dağların oluşumunu düşünüyorsunuz, tırmanmak istiyorsunuz yalçın kayalıklara, dumanlı tepelere. Kervanların yerine dört tekerlekli araçlarla dolaşabiliyorsunuz, her yeri, köyleri, mezraları, kent merkezlerini, ören yerlerini. Nerede kalacağınızı sorgulamadan, eskilerde atlarımızı, katırlarınızı, eşeklerimizi bağladığımız, bu gün konuklarını ağırlayan, çağdaş görünümlü tarihi hanlarda bile konaklama şansını yakalayarak, bütçenizi zorlamadan yapabiliyorsunuz yolculuğunuzu, keyifle ve güvenle. Olağandışı güzelliklerle donanımlı Anadolu topraklarımızı tanıdıktan sonra neler kazanacağınızı bir bilseniz. Hayal bile edemezsiniz inanın, hayal bile.

Günlük gazetelerin bol taksitli ve albenili tanıtımlı, Uzak doğu, Afrika, Amerika Avrupa vb. gezilerini öneren ilanların peşine düşmeden önce, bir soluk durup düşünelim, bir kez daha. “Önce Anadolu topraklarımızı gezip görelim, Ülkemizi aydın yüreğimiz ve dingin beynimizle, tanıyalım” derim. Okullu yıllarımızda, coğrafya kitaplarından öğrendiğimiz dağlarımızı, ovalarımızı, ırmaklarımızı, kıraç topraklarımızı, tarih ve sosyoloji kitaplarından öğrendiğimiz kentlerimizi, köylerimizi, ören yerlerimizi, insanımızı, tek sözcükle, kendi gerçeklerimizi öğrenelim, yüzleşelim kendimizle, görerek öğrendiklerimizi paylaşalım çevremizle. Anadolu topraklarımızı gerçek aydınlar olarak tanıyalım. Yalnızca Güneydoğu Anadolu Bölgemizi değil, doğudan batıya, kuzeyden güneye, topraklarımızı karışlayarak dolaşalım. Üçüncü gözümüzle-gönül gözümüzle görelim bizim ayrılmaz parçamız olan tarihsel ve yaşamsal gerçeklerimizi. Sıcacık duygularla bize gülümseyen, yediden yetmişe, kadın erkek ayırımı gözetmeden, insanlarımızı tanıyalım, onlarla kucaklaşalım içtenlikle, sevgiyle ve de saygıyla.

 Ne dersiniz, denemeye değmez mi? Değer diyorum, bir uçtan ötekine ülkesini yıllardır hizmet vererek dolaşan, öğrettiğinden çok öğrenen, insanımızı, doğayı dört mevsim ile birlikte kucaklamış bir hekim olarak değer diyorum. İlk kez lise yıllarımda tanıştığım, son yıllarda altını çizerek, keyifle okuduğum, Evliya Çelebi Seyahatnamesi çok şey öğretti bana.  El büyüklüğünde, kitapların, sararmış devasa sayfaları arasında dolaşırken, sözlük kullanarak anlamaya çalıştığım neşeli tümceleri okurken, gündüz hayalleri kuruyor, anlatılan yerlerde dolaşarak, oraların insanları ile birlikte yaşayarak, eskitiyordum yıllarımı, yaşlanmadan. İlk gençlik yıllarımda, Evliya Çelebi, sonraki yıllarımda, Halikarnas balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir ve eserlerini soluksuz okuduğum Azra Erhat'ın yerinde olmayı imgelediğim İdollerim oldular. Anadolu’yu bir baştan ötekine dolaşmak, damdan dama atlayan kedilerin donduğu Erzurum karları ve soğuğu ile boğuşmak isterdim. Beyaz badanalı, iki katlı, kayrak taşlı Bodrum evlerinin süslediği yerlerde konaklamak isterdim. Teknelerle mavi dalgaların arasında, balık sürülerini selamlayarak, teknenin ardındaki beyaz köpüklere yansıyan güneşin ışıkları ile oluşan gök kuşağının büyülü renklerinde Tanrısal Aşkı yakalamak isterdim. Bütün bunları, onların gözleri ile görerek, onların kalpleri ile severek, bire bir yaşayarak, yazmak isterdim. Kendimle kaldığım saatlerde sorduğum soru şöyle olur; “yakalayabildin mi acaba imgelerindeki yaşamının bir anını bile?”. Sessiz bir gülümseme ile uzaklara takılı kalmış gözlerdeki gizemli ışıkta saklı kaldı bu sorumun yanıtı.

Günümüzde, Anadolu’muzu her yönü ile ele alarak anlatan çok sayıda değerli kitap var. Ancak, yalnızca okumak yeterli olmuyor, okurken imgelediğiniz o yerleri görmek, bir süre oralarda yaşamak da gerekiyor. Her zaman gizemlerini koruyan kutsal beldeleri, doğa harikalarını, yeni bir yüz yılda değişen yüzleri ile görmek, insanlarını tanımak istemez misiniz? Eskiyi yeni ile birlikte dolu, dolu keyifle yaşayarak, yaşamı yakalamak, kazanılabilinecek en güzel ödül kanımca. Yıllardır, bana sunulan bu ödülü elimden geldiğince değerlendiriyor, yaşadıklarımı, karınca kararınca, çala kalem yazıyorum. Yeniden o günlere, o günkü yaşımla ve konumumla, dönerek yaşamayı, Kırmızı Erk Koltuğuna oturmanın ötesinde, Tanrısal Ödül olarak niteliyorum. Anadolu’muzun Ariflerinin; “ çok gezenin çok okuyandan daha çok bildiğini “anlatan sözlerindeki gerçek göz ardı edilmemeli. İnsanı aydınlatan yapıtları okumak ve görülmesi gereken yerleri gezmek, yaşam felsefemiz olmalı. Böyle düşünerek yaşamak, yaşamı yakalamak,  bir şans kanımca. Denemelerini önerdiğim, gerçek dostlarıma; “ karar yine de sizlerin derim içtenlikle. Evet;
“Görünce kıraç topraklarını Anadolu’mun yeşile sevdam alevleniyor. Susuz ırmakların yalnızlığında, maviye özlemim artıyor. Sağlıksız çocukların,  tükenmiş anaların,   yoksun babaların çaresiz bakışlarında yokluğunu yaşıyorum hekimliğimin, varlığıma isyan ederek.

Başkaldırımı Hekimce noktalıyorum. Umutlarımı taptaze tutarak, Hipokrat’ın bizlere bırakıtı Mesleksel Andımıza yakışır çalışmalarımı, bıkıp usanmadan, aralıksız sürdürüyorum.

Günlük-gezi notları- ŞIRNAK- İdil- 26 Ağustos 1997


ANADOLU TOPRAKLARININ KUTSAL KADINLARI



Bu satırlar uzun ve yorucu olduğu kadar, beni ben yapan çalışmalarımın ve Anadolu’nun her köşesini gören gözlerimin, kalbimin ve beynimin ürünü. Toprağa yaşam veren, yaşamı zenginleştiren, anlamlı kılan kadınlarımız için işledim her sözcüğü ve özenle bezedim satırları. Yazdıklarımın hepsi onların gerçek yaşamlarının özü. Yıllardır kadınlarımızın özverili çabalarını ve çalışmalarını yalnız gözlerimle değil yüreğimle de izledim. Hekimlik çalışmalarım için nereye gitsem, Anadolu kadınını yanımda buldum hep. Çünkü ben Anadolu kadınıyım. Onlara deneyimlerimin ışığında doğru olanları, bildiklerimi öğretirken, beni dikkatle dinlerler, sıcacık bakışları ile gülümserlerdi. Sohbetlerimiz kahkaha ile şenlenir, ince belli cam bardaklarda yudumladığımız, tavşankanı çayımızla ısınırdı. Ter içinde, iki büklüm, çapa yaparken de yanlarındaydım. Patates tarlalarında, üzüm bağlarında, fındık bahçelerinde, keyifle paylaştım özverili yaşamı onlarla. Birlikte çay biçtik, Biçtiklerimizi sırtımızdaki küfelere yüklerken sevda kokan yanık şarkılar, Karadeniz’in kutsal yeşilinden, deli dolu, simsiyah dalgalı denizlerde yankılanıyordu. Seçerek okuduğum bilgi yüklü kitapların bile yazmadığı çok şeyi, ama çok şeyi, her şeyden öte, gerçek yaşamı öğrettiler bana. Bilgime bilgi, sevgime sevgi, saygıma saygı kattılar. Kuş uçmaz kervan geçmez yollardan onlara ulaşmanın heyecanı anlatılamaz, yaşanır.

Karadeniz’in Amazonları sepetleri sırtlarında, rengârenk, töresel giysileri içinde zorlu yaşamlara gülümseyerek göğüs gerecek kadar güçlüydüler. Dudaklarında bir türkü, hayallerinde bitmeyen sevdaları vardı, yitimsiz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kadını; Ağrı Dağı, Van Kalesi, Ak damar Adasının efsanesi ile efsaneleşmiş Van Gölü, Kutsal kent Urfa ve Harran Ovasının Kubbeli Evleri, Fırat’ın kâh coşkun kâh durgun akan suyu ile sarmaş dolaş yaşamayı öğrenmiş Halfeti kadar ulaşılmazdı imgelerimde. Orta Anadolu’nun yaylalarında, Kapadokya efsanesinde olduğu gibi, toprağa sımsıkı sarılmış kayaları güneşin parlak ışınlarınla renklenmiş taşları temizleyen kadında tanrısal bir güç vardı. Toprağı bellerken, tohumu serperken, bebeği ya karnında ya sırtındaydı. Omuzlarında sessizce ve yürekle taşıyorlardı, testilerindeki bulanık kirli suları. Orta Asya steplerinde yaşamış Anaerkil Ata kadınlarımız gibi. Karın suya dönüştüğü kovuklardan taşırken yaşam sularını, yanık türküleri de yansıyordu yeşile özlemli, kartalların beklediği renkli dağlardan. Aşklarını, sevdalarını anlatan hüzünlü, acılı türkülerdi hepsi de. Her gün tandır başındaydı, ocak başındaydı kadın. Una bulanmış hamur yoğuran elleri ile pişirdikleri mis kokulu sıcacık ekmeklerle yaşama yaşam katıyorlardı. Tan ağarırken hayvanını sürüye katan da onlardı. Onları hayranlıkla izlediğimi görünce sıcacık gülüşleriyle, bana sallanan ellerini nasıl unutabilirim? Sohbetleri de gülüşleri gibi içtendi. Konukseverdiler. Mutlu heyecanla paylaştıkları ekmekleri kadar emek kokan yöresel aşları da kutsaldı benim için. Çocuklarını muayene ederken, dertlerini dinlerken Anadolu hekimi olmanın gururu ile donanıyordum her seferinde. Onları mutlu edebilmenin güzelliğini yine onlarla paylaşıyordum. Tanrının ödülüydü bu çalışmalar benim için, en kutsal ödül.
    
Yıllar sonra okuma yazma öğrenebilme şansını yakalayan her yaştaki kadın azimliydi. Kaybettiği zamanı yakalayabildiği için bir o kadar da heyecanlıydı. Çıkrıkta eğirdiği, kazanlarda boyadığı renkli iplikleri özenle işleyen, sazıyla, sözüyle, sanatıyla doruklanan Anadolu kadını benim için kutsal bir varlıktı. Yaşadıkça yeni yerlerde yeni ufuklarda yakalayacağım kadınlarımızın yeni öykülerini. Durup dinlenmeden, yazacağım gözledikçe, dinledikçe, tanıdıkça yazacağım. Satırlara satırlar eklenecek. Bitmeyecek eklemelerim. Anadolu kadınını ciltlere sığmayacağını bilerekten, usanmadan ve keyifle yazacağım. Onlar için yazacağım, kendim için yazacağım, Anadolu topraklarında yaşayan, güzelden öte, güzel insanlarımız için yazacağım.


 Günlük – 1996 Ağustos- İdil şenliği- Ben Anadolu Kadınıyım

YÜREĞİM GEÇMİŞE GÖTÜRME

Yıldız TÜMERDEM
Yüreğim Geçmişe Götürme

Yüreğim
Geçmişe götürme beni 
İstemem.

Biliyorum
Güzeldi yaşadıklarım
Gençlik kokuluydu günlerim
Sevda yüklüydü gecelerim.

Özde;
Başarılarım vardı
Başarısızlıklarım da
Bir yanda kahkaha
Bir yanda hüzün.

Dört mevsimdi 
Yaşamım
Kış baharı 
Kardelenler güneşi
Yaz başaklı tarlaları
Sonbahar bereketi.

Günlük yaşardım
Sevdalarımı
Rüzgâra kapılırdı 
Duygularım
İstemesem de.










Yüreğim
Geçmişe götürme beni
İstemem
Ne ben o beni bulabilirim
Ne de yaşanılan o yılları.

Öylesine değişmiş ki
Yaşadığım sokaklar
Ne kaldırımlar tanıdılar beni
Ne de yol boyunca akasya ağaçları.


Yüreğim
Bırak beni benimle
Yorgunum
Ne geçmişe dönmek isterim
Yaşamak için
Ne de o hayallere
Takılı kalmak için.
                 

Günlüğümden- İstanbul -Ankara yolu




AHIR SEKİLİ YAŞAM ÖYKÜSÜ

Yıldız Tümerdem
         Ahır Sekili Yaşam Öyküsü
                                                 
             
Bu onun genç bir hekim olarak çıktığı zorlu ama onu hekimce biçimlendiren, bilgisine bilgi, deneyimine deneyim ulayan, onu mutlu kılan, onurlu yaşam kapılarının açıldığı yollarda geçen yaşam öyküsüydü bir bakıma. Yaşamının yaklaşık on yılı sözünü edeceği yerlerde bir çırpıda gelip geçmişti sanki… Ama anılar her zaman taze kalıyordu. Oraya özgü her türkü o yollara düşürüyordu onu. Yıllar sonra, hava raporlarını dinlediğinde, o yerlerde dört mevsimi yaşıyordu yeniden, yenicesine… Karlı, buzlu, uzun ince, kıvrımlı yollardan köylere ulaşırdı ekibi ile birlikte sağlık hizmeti vermek için…1970’li yıllarda, kış aylarında Erzurum’da sıcaklık eksi kırklara kadar inerdi… Ortalama 110 gün kar kalkmazdı. Kar yüksekliği, Erzurum Kars yolu üzerinde, en eski ve kalabalık ilçe olan Hasan Kale’de yolu boyunca bir metreyi geçerdi. Dağ köylerine ulaşım çoğu kez olanaksızdı. Kışın, “kokar yakıt” dedikleri tezekleri yakarak ısınmaya çalışıyorlardı. Yöresel yemeklerini, mis kokulu lavaş ekmeklerini pişirdikleri tandırlarında da yaz boyunca topladıkları hayvan dışkıları (mayıs diyorlardı) ile yaptıkları, bu tezekleri kullanıyorlardı. Köylerde, dondurucu kış günlerinde günlük yaşamlarında, ahırların kapısı kullanılırdı. Ahırlarda, kalın tahtalarla, uzun ağaç dallarının desteği ile yapılan, üzeri rengârenk halı ve kilimlerle kaplanmış, el emeği örtülerle süslenmiş, halı yastıklarla güzelleşmiş yüksek sedirlerde yaşanılırdı. Ahır Sekisi diyorlardı oda gibi kullandıkları görülmeye değer bu ilginç kışlık yaşam yerlerine. Ahır sekisinin bir de öyküsü vardı dillerde dolaşan. Bir anlamda efsaneleşen bu öyküde, köyünü ve yaşadığı yerleri bırakarak İstanbul’ a çalışmaya giden ama bol para kazandıktan sonra geride bıraktığı ailesini, resmi nikâhlı eşini ve çocuklarını, unutuveren Erzurumlu bir Dadaşı anlatıyordu…

Öyküye göre; evine dönmeyen er’ini (kocasını) aramak için İstanbul’daki hısım akrabalarının yanına gitmişti terk edilen kadın, çocuklarını köyündeki yakınlarına bırakarak. Kadın, kocasının adresini bulmuştu yakınlarının yardımı ile. Görkemli bir evin önündeydi. Heyecan ve merakla çaldığı kapıyı ona beyaz önlüklü, fırfırlı beyaz şapkalı genç bir kadın, besbelli evin hizmetlisi, açmıştı. İçerde rengârenk giysili, saçları sarı, gözü kaşı boyalı, elindeki pipolu sigarayı tüttüren, pek de genç olmayan bir kadın ile karşılaşmıştı. Tarlada çalışmaktan, tezek yapmaktan bıkıp usanmayan çatlamış nasırlı ellerine su dökemeyecek çirkinlikteki, kokana kılıklı kadın ona; “kimsin sen, nereden, ne için geldin?” sorusunu sormuştu, yukarıdan aşağı süzerek, küçümseyen bakışlarla. O da; “Bu evde yaşayan o adamın karısıyım, ya sen kimsin?” sorusunu yöneltti… Bu soru çileden çıkarmıştı, kuma bellediği o kadını... Elindeki yabancı markalı sigarasının dumanını öfke ile onun yüzüne üfleyerek; “Hele şuna bakın, bu kılığınla hizmetçim bile senden şık. Onun karısı sen değilsin artık, onun karısı benim, çek git dağdaki köyünde yaşa, öküzünle, ineğinle, horozunla-tavuğunla” sözleri ile ona kapıyı göstermişti. Koca, gerçek karısının geldiğini görmüş, korku ile kapı arkasından iki kadının konuşmasını dinliyordu. Aldatılmış kadın, ellerini beline koyarak gururla; “vay, vay hele şuna bakın, bizim çulsuz herif ne zaman adam olmuş da senin gibi kokana ile yaşıyor? Köyünde ahırda yaşıyordu, gündüz güttüğü davarları ile.  O günlerini, yırtık çarığını, yamalı mintanını, soluk şalvarını ne zaman unuttu çulsuz kocam. Oturduğu ahır sekisiydi, şimdileri çığırdığı İstanbul türküsü mü oldu? Al da başına çal onu. O da başına çalsın senin gibi kokanayı” diyerek evi terk etmişti.
  
Koca konuşulanları duymuş, yaptığı yanlışı anlamış, eşinin ardından köyüne, ailesine, çocuklarına dönmüştü... Her zaman olduğu gibi Anadolu’nun hoş görülü çilekeş kadını, gururu incinse de, çocuklarının babasını affederek evinin odasını açmıştı ona, yeniden. Başka ne yapabilirdi ki. Hüzünlü gözlerindeki damlaları içine akıtarak, yanık sesiyle söylediği; Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun / gördün güzelleri Beni unuttun / Gurbete gideli yedi yıl oldu / diktiğin fidanlar meyveye durdu…” O dillerde dolaşan türkü ile incinen gururunun acısını Erzurum yaylalarının bereketli toprakları ve onu yalnız bırakmayan akgüvercinler ve karakargalarla paylaşıyorduAnadolu kadınıydı o… Değeri bilinmese üstüne kuma getirilse de, duyguları çiğnenip aşkı bitirilse de, hüzünlü bakışıyla susuşu başka güzeldi… Dost ellerle uzanıp tutuşu başka güzeldi… Bu güzellik kutsal Anadolu topraklarına özgüydü… Anadolu’da hekim ve de eğitici olarak görev yaptığı o gençlik yıllarında, buna benzeyen gerçek öyküleri dinledikçe, çözüm bulamamanın başkaldırısını çizgili defterleri ile paylaşıyordu, çevresindekilere belli etmeden. Anıları ile değerlenen çizgili defterlerlerinin sararan sayfalarına oya gibi işlediği düşlerle renklenen öyküleri, yazı ve şiir olarak gün ışığına çıkınca, gerçekten çocuk gibi seviniyordu. Havalara uçuyordu kanatsız.Yitimsiz anılarına dönüşü, yaşamını gök kuşaklı renklerle ışıklandırıyordu. O ışık; dingin yaşamdı / üretken yaşamdı / paylaşılan, mutlu yaşamdı onun için…
Yarim İstanbul’u Mesken Mi Tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yarim sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu
Seninle gidenler sılaya döndü
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Yarimin giydiği ketenden gömlek
Yoğumuş dünyada öksüze gülmek
Gurbet ellerinde kimsesiz ölmek
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
İğde çiçek açmış dallar götürmez
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Benim bağrım yufka sitem götürmez
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

GÜL DALINDA GÜZEL

Yıldız Tümerdem
Gül Dalında Güzel


Edebiyat-Sanat-Kültür ile ilgili değişik ve de çok yararlı konuları ele alarak,  bazen neşeli bazen fırtınalı irdeleyen toplantıların birinde; “Şiirin öyküsü olmaz” denildiğinde çok ama çok şaşırmıştı, çocukluğundan beri şiire sevdalı bir hekim olarak. Okuma yazmayı öğrendiği günlerde başlamıştı arkadaşlarıyla birlikte şiir yazmaya, resim yapmaya, sporla uğraşmaya. Öğretmenleriydi onları sanata, spora yönlendiren. Gerçek Cumhuriyet öğretmenleri idi tümü de. Yıllar yılı değişmemişti bu çocukça tutkusu. Şair olmadığını düşünürdü her zaman. Yazmayı seven bir hekimdi yalnızca. ABECE ile tanıştığı günlerde başlamıştı günlük tutma, anı-öykü ve şiir yazma tutkusu. Günlük tutuyordu. Onun için özel olan, heyecan verici anılarını öyküleştiriyor, dizeleştiriyor, günlüğünün sayfalarına yerleştiriyordu. Sonra onları öğretmeleri ve arkadaşları ile paylaşıyordu, heyecanla, mutlulukla. Yazılarının ve şiirlerinin her zaman bir öyküsü olmuştu, çocukluk günlerinden başlayarak. Gerçek yaşamının rüzgârları ile gelen sözcükler süslerdi satırlarını. Yazdıklarına; “bunlar da şiir mi, o da şair mi?” diyenler çıkacaktı elbette. Başkalarına yapıldığı gibi, eleştirel bir yaklaşımla, alaylı bir davranışla karşılaşabilirdi.  Bunlar onu hiç mi hiç üzmezdi. Kırılmazdı bu ve benzer davranışlarda ve söylemlerde bulunanlara. Canını da sıkmaz, keyfini bozmazdı. “Keyfim yerinde bu gün sen bile bozamasın” der geçerdi, bu ve benzer söylemleri düşlediğinde...

Hekimdi, mesleksel uğraşlarının yanı sıra, sanatsal çalışmalarına da zaman ayırıyor, okumak kadar yazmaktan da mutlu oluyordu. Kendisi için, kendini mutlu etmek için yapıyordu bütün bunları. Yollarda yazıyordu, çoğu kez de yalnız kaldığında yazıyordu.. Gerçeklere düşlerini de katıyordu yazarken, resim yaparken olduğu gibi… Mesleksel yazıları ve çalışmaları gibi bu tür uğraşlar da mutlu ediyor, dingin ve genç tutuyordu onu. Şiirlerinin hep öyküsü oldu, yazılarının olduğu gibi… Şiirlerinde yaşamla imge, imge ile düş dosttu, sarmaş dolaştı. Her satırda duyguları, düşünceleri, sevdaları, aşkları, anıları, imgeleri, gerçek yaşamında yaşadıkları / yaşamadıkları, yaptıkları / yapamadıkları vardı. Tümceleri yaşamını anlatırdı, noktasından virgülüne kadar onun olan ve çevresi ile paylaştığı, çok sevdiği yaşamını. Günlüğünün bir köşesine; “Gülün ne özelliği kaldı, ne güzelliği  /Gül dalında güzeldi koparıldı  /Gül sevgiyle özeldi / Her gülene verildi / Ve de değeri bitti” sözcüklerini yerleştirdiği o günü hiç ama hiç unutamadı. “Gül Dalında Güzel” adını verdiği, her okuyuşunda gözleri uzaklara takılır, dudakları mutlulukla karışık bir özlemle gülümserdi.  Şiirinin, diğer dizelerinden farklı bir öyküsü vardı. Meslektaşları olan genç hekimlerin ve öğrencilerinin öyküsü gizliydi bu dizelerde. Tıp fakültesinde, öğrencisi olan iki kızı gibi tüm öğrencileri onun çocukları, dostları, meslek arkadaşları ve bilgisini severek paylaştığı geleceğinin gurur kaynağı oluyorlardı her zaman. Fakültelerde, pek çok eğitici öğrencilerinin isimlerini bilmek şöyle dursun, yüzlerini bile anımsamazlardı. Oysa topluma yönelik uzmanlığı nedeniyle öğrencileriyle, kalabalık sınıflarda bile birebir ilgilenirdi. Büyük gücün ona verdiği bir şans olarak görürdü bütün bunları. Öğrencilerinin arasında çok nitelikli, yaşlarından olgun, çok okuyan, gerçekten iyi yetişmiş olanlarının ayrı bir yeri vardı onun yanında… Birlikte gerçekleştirdikleri bilimsel araştırmaları, kongrelerde onların sunmasını yeğler, öyle de yapardı. Öğrencileri arasında öyleleri vardı ki, onlar için; oğlum olsa ancak böyle yetiştirebilirdim diye düşünürdü. Düşüncesini onlarla da paylaşırdı ve sevgi dolu bakışlarını görmekten de mutlu olurdu…

İşte böyle düşündükleri arasında bilimsel oğul dediği öğrencilerinden biri, Tıp Fakültesini bitirip uzmanlık çalışmalarına başlamıştı. Nitelikli bir hekimdi. Güzel konuşur, edebiyatla ilgilenir, fırsat buldukça, meslek dışı ilginç kitaplar okurdu. Öğrencileriyle sohbetleri sırasında mesleklerinin dışında, sanatsal söyleşileri de olurdu. Bazen bir yerlerde toplanır bir sazın tellerinden dökülen şarkılar söylerler, bir gitarın eşliğinde şiir okurlardı hep birlikte. Yaşam onlar için ekip olarak değerliydi, yaşanmaya değerdi ve mutluluktu. Fakülteyi bitirenler değişir, yöntemi değişmezdi. Yıllar sonra bir yerlerde, bir üniversiteyi ya da bir fakülteyi yöneten, bir yerlerde yönetici ya da uygulayıcı hekimlik hizmetlerini yürüten, hemşirelik alanında başarılı olan öğrencisi ile karşılaştığında, kendilerini tanıtmaları, içten bir sevgi ile hocalarını kucaklamaları, bulundukları ortamlara aldırmadan, çocuksu bir davranışla öğrencilik günlerine dönüşleri, mutlu eder, kirpiklerini ıslatır, gururlandırırdı. Yaşamda örneği tek olmayan bir davranışı sergileyen bu öğrencisi çok beğendiği, kendi gibi yetenekli ve nitelikli bir okul arkadaşının kendisini eş seçmesi için büyük uğraş vermiş ve başarmıştı. Zorunlu hizmet için gittiği Doğu Anadolu’nun kuş uçan kervan geçen yerlerinde bile onu yalnız bırakmamıştı. Özveri ile terleyerek seçtiği eşi de ondan öte akıllı ve yetenekli bir öğrencisi idi. Öğrencilik yıllarında sağlık çalışmaları sırasında, gecekondu bölgelerindeki okullarda çocukları titizlikle muayene eder, çevresi ile sıcacık dostluklar kurardı. Karakteri kadar fiziği de düzgündü. Hocalarının olduğu kadar, erkek arkadaşlarının da beğenisini kazanmıştı. Çok çalışkan ve disiplinli idi. Uzmanlık sınavını ilk girişte kazanmış, eğitimini zamanında başarı ile tamamlamıştı. Onun bu halini, öğrencilik yıllarındaki kendine benzetirdi…

Hekimlik eğitim programları sırasında, yalnızca fakültenin dört duvarı arasında sürdürmezlerdi çalışmalarını. Asistanları ve öğrencileriyle birlikte gerçekleştirdikleri bilimsel çalışmalarını, araştırmalarını bilim evreni ile paylaşmak için kongrelere de birlikte katılırlardı. Bilimsel çalışmalarının yanı sıra, akşamları da eğlenmesini bilirlerdi. Öğrencileri ve meslek arkadaşlarıyla, yemyeşil şipşirin bir Anadolu kentinde yapılan bir kongreye katılmışlardı. Akşam, özenle giyinerek hazırlanmışlar, açılış kokteyline katılmışlardı. Hepsi de neşeliydiler. Bir o kadar da heyecanlı idiler… Sohbetler keyifliydi. Fotoğraflar çekiliyordu gruplar oluşturularak. Gülüyor, şarkılar söylüyor, dans ediyorlardı. Tek sözcükle yaşamı / sevgiyi / dostluğu / arkadaşlığı / sıcacık yaşamsal bir havayı yakalamışlardı… Tek sözcükle; “ yaşamı yakalamışlardı, her zaman olduğu gibi. “ Sözünü ettiği öğrencisi, bir ara, çelenklerden birinden bir kırmızı gonca gül alıp, saygılı bir biçimde, sıcak bir tebessümle uzattı. “ Gül size çok yakışacak hocam, izin verirseniz yakanıza takmak isterim” diyerek ceketinin, beyaz ipek mendilli cebine alkışlar arasında yerleştirdi gülü… Arkadaşları; “ Oooo!!! Seni gidi zeytinyağcı seni, sınava az kaldı ama hocamızı kırmızı gonca gülle kandıramazsın, çalış abi çalış” sözleri ile takılıyorlardı ona. Birbirlerini çok seven, birbirlerine destek olan öğrencilerinin / genç meslek arkadaşlarının bu neşeli, sıcak davranışlarını severdi, gülümseyerek dinlerdi onlar, her zaman. Toplantılarda, öğretim üyesi arkadaşları özenerek seyrederlerdi ekibin bu çağdaş ve güzel birlikteliğini…

Genç Meslek Arkadaşları ile birlikte, yeni bir bilimsel çalışma ile Uluslararası bir kongreye daha katıldılar. Sözünü ettiği öğrencisi de aralarında idi. Birden uzaktan, sınıf arkadaşını görerek izin istedi, onun yanına gitmek için. Hoş giyimli, alımlı idi uzaktan gülümsediği arkadaşı. Kucaklaştılar ve sıcak bir sohbete başladılar. Besbelli uzun süre görüşmemişlerdi birbirlerini… Birden konuşmasını yarıda keserek, kız arkadaşının yanından ayrılarak onlara doğru yürüdü, her zamanki gülümsemesiyle. Aralarına katılacağını zannederek onun geldiği tarafa baktılar hep birlikte… Onu bekliyorlardı, öğle yemeğine gitmek için. Oysa ekibin yanında duran çelenkten bir kırmızı gonca gül alarak kız arkadaşına doğru yöneldi. Ne yapacağına bakıyordu arkadaşları merakla. Gülü; hocasına uzattığı günkü yüz ifadesi ve belli belirsiz bir gülümseme ile kız arkadaşına bir şeyler söyleyerek uzattı ve ceketinin yaka cebine yerleştirdi. Bir farkla onun ceketi kırmızı değildi. Bir farkla o arkadaşı idi hocası değildi. Öğrencileri; “hadi gel yemeğe gidiyoruz dediklerinde; “ siz gidin, afiyet olsun” diyerek uğurladı arkadaşlarını ve saygı ile selamladı hocasını. Ekip, keyifli bir biçimde istiklal caddesine yöneldi…

Yazmak ilkenizse, yerleşmişse içinize sözcükler, kimsenin algılayamadıklarını algılar, çevrenizdeki her şeyi değerlendirirsiniz. O anda her zaman yaptığı gibi, çantasından eksik olmayan çizgili not defterini ve kurşun kalemini çıkarıp başladı yazmağa, öğrencileri keyifle yemeklerini yerken onlara belli etmeden. Bir şiirin taslağı çıkıverdi ortaya hemen oracıkta… Eskilere doğru uzun bir yolculuğa çıkıverdi anıları ile… Geçmişte de ne çok şiir yazmıştı bu ve benzeri yaşanmışlar için… Peçete kâğıdına, masadaki boş sigara kutularına yazdığı şiirler sanki masamın üstünde dolaşıyorlardı. Bu kez de öyle yaptı. O anda gülü verenle, sol parmağında parlayan pırlantaların göz kamaştırıcı renklerinin onlara yansımasından, evli olduğunu düşündükleri, yakası kırmızı güllü genç hekimi ve herkesin gözdesi olan, tüm evlenme tekliflerini eş seçtiği arkadaşı nedeniyle geri çeviren çok sevdiği, nitelikli kız öğrencisini düşündü ve içi acıdı, kahroldu. İçindeki ses erkek öğrencisinin, ileride, bilinmeyen bir tarihte, benzer yanlışlarla gerçekten değerli olan eşini kaybedebileceğini söylüyordu. Çünkü; genç erkeklerin pek çoğu gibi, o da evlenmişti, evlilik denen kutsal birlikteliği kanıksamıştı. Heyecan aramalıydı. Gençti, sağlıklıydı. Fiziği yüz üzerinden doksandı ona göre. Çevresi güzel ve cazip kadınlarla doluydu ve ona gülücükler dağıtıyorlar, karşısında göz süzüyorlar, kırıtıyorlardı. Onurlu bir mesleği vardı. Sakal tıraşından sonu kokular sürer, pahalı ve şık giyinirdi. Son model araba ile dolaşırdı. Yetmez mi idi gününü gün etmek için bütün bunlar?  Hem, erkeğin şanındandı! çapkınlık… “kadının yüzü karası, erkeğin elinin kınası” demiyor muydu Anadolu insanı çapkınlık yapan erkeklere arka çıkarak… Bu düşünceler içinde çırpınıp durdu, bir süre önündeki salata tabağına dalgın bakarak…

Geleceği gören, düşüncelerinin ardında dururdu her zaman. Gelecekle ilgili kanıt almış düşüncelerinin özünde deneyimleri vardı. Gelecekte olabilecekleri, önsezi ile arkadaş olarak seçtikleri, dost bildikleri için de duyumsamış ve yaşamıştı da. Bu kez de öyle olmuştu. Bilimsel oğul dediği sevgili öğrencisi, dingin ve doğru yaşamını, geleceğini, sağlığı için çok değerli olan doğru bir seçim yaparak seçtiği meslek arkadaşını / eşini elinden kaçırmıştı bu olaydan bilmem kaç yıl sonra, bilemediği / öğrenemediği / öğrenmeyi istemediği bir nedenle. Ayrıldıklarını yıllar sonra sınıf arkadaşlarından öğrendiğinde hiç şaşırmadı. Kongre günlerini, o günlerdeki sezilerini anımsadı... Sıradanmış gibi oluşan olayların ardında yatan gerçeğin nedenlerini sıraladı içinden… Sonuç hep aynıydı, değişmiyordu bir bakıma… Yaşam bir oyundu, bazen güldürü bazen de dram… Üstünde durmaya bile değmezdi. Değer bilmeyen kim / kimler varsa çöpe atılmalıydı bir an bile düşünmeden, üstünde bile durulmadan. Evet! Her zaman, her koşulda ve her yerde böyle yapılmalıydı. Doğru olan da bu idi.
                                                        
Günlüğümden- Bir Şiir -Bir Anı- Bir Öykü