Bu satırlar uzun ve yorucu olduğu kadar, beni ben yapan çalışmalarımın ve Anadolu’nun her köşesini gören gözlerimin, kalbimin ve beynimin ürünü. Toprağa yaşam veren, yaşamı zenginleştiren, anlamlı kılan kadınlarımız için işledim her sözcüğü ve özenle bezedim satırları. Yazdıklarımın hepsi onların gerçek yaşamlarının özü. Yıllardır kadınlarımızın özverili çabalarını ve çalışmalarını yalnız gözlerimle değil yüreğimle de izledim. Hekimlik çalışmalarım için nereye gitsem, Anadolu kadınını yanımda buldum hep. Çünkü ben Anadolu kadınıyım. Onlara deneyimlerimin ışığında doğru olanları, bildiklerimi öğretirken, beni dikkatle dinlerler, sıcacık bakışları ile gülümserlerdi. Sohbetlerimiz kahkaha ile şenlenir, ince belli cam bardaklarda yudumladığımız, tavşankanı çayımızla ısınırdı. Ter içinde, iki büklüm, çapa yaparken de yanlarındaydım. Patates tarlalarında, üzüm bağlarında, fındık bahçelerinde, keyifle paylaştım özverili yaşamı onlarla. Birlikte çay biçtik, Biçtiklerimizi sırtımızdaki küfelere yüklerken sevda kokan yanık şarkılar, Karadeniz’in kutsal yeşilinden, deli dolu, simsiyah dalgalı denizlerde yankılanıyordu. Seçerek okuduğum bilgi yüklü kitapların bile yazmadığı çok şeyi, ama çok şeyi, her şeyden öte, gerçek yaşamı öğrettiler bana. Bilgime bilgi, sevgime sevgi, saygıma saygı kattılar. Kuş uçmaz kervan geçmez yollardan onlara ulaşmanın heyecanı anlatılamaz, yaşanır.
Karadeniz’in
Amazonları sepetleri sırtlarında, rengârenk, töresel giysileri içinde zorlu
yaşamlara gülümseyerek göğüs gerecek kadar güçlüydüler. Dudaklarında bir türkü,
hayallerinde bitmeyen sevdaları vardı, yitimsiz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun
kadını; Ağrı Dağı, Van Kalesi, Ak damar Adasının efsanesi ile efsaneleşmiş Van
Gölü, Kutsal kent Urfa ve Harran Ovasının Kubbeli Evleri, Fırat’ın kâh coşkun kâh
durgun akan suyu ile sarmaş dolaş yaşamayı öğrenmiş Halfeti kadar ulaşılmazdı
imgelerimde. Orta Anadolu’nun yaylalarında, Kapadokya efsanesinde olduğu gibi,
toprağa sımsıkı sarılmış kayaları güneşin parlak ışınlarınla renklenmiş taşları
temizleyen kadında tanrısal bir güç vardı. Toprağı bellerken, tohumu serperken,
bebeği ya karnında ya sırtındaydı. Omuzlarında sessizce ve yürekle taşıyorlardı,
testilerindeki bulanık kirli suları. Orta Asya steplerinde yaşamış Anaerkil Ata
kadınlarımız gibi. Karın suya dönüştüğü kovuklardan taşırken yaşam sularını,
yanık türküleri de yansıyordu yeşile özlemli, kartalların beklediği renkli
dağlardan. Aşklarını, sevdalarını anlatan hüzünlü, acılı türkülerdi hepsi de. Her
gün tandır başındaydı, ocak başındaydı kadın. Una bulanmış hamur yoğuran elleri
ile pişirdikleri mis kokulu sıcacık ekmeklerle yaşama yaşam katıyorlardı. Tan
ağarırken hayvanını sürüye katan da onlardı. Onları hayranlıkla izlediğimi
görünce sıcacık gülüşleriyle, bana sallanan ellerini nasıl unutabilirim? Sohbetleri
de gülüşleri gibi içtendi. Konukseverdiler. Mutlu heyecanla paylaştıkları
ekmekleri kadar emek kokan yöresel aşları da kutsaldı benim için. Çocuklarını
muayene ederken, dertlerini dinlerken Anadolu hekimi olmanın gururu ile
donanıyordum her seferinde. Onları mutlu edebilmenin güzelliğini yine onlarla
paylaşıyordum. Tanrının ödülüydü bu çalışmalar benim için, en kutsal ödül.
Yıllar
sonra okuma yazma öğrenebilme şansını yakalayan her yaştaki kadın azimliydi.
Kaybettiği zamanı yakalayabildiği için bir o kadar da heyecanlıydı. Çıkrıkta
eğirdiği, kazanlarda boyadığı renkli iplikleri özenle işleyen, sazıyla, sözüyle,
sanatıyla doruklanan Anadolu kadını benim için kutsal bir varlıktı. Yaşadıkça
yeni yerlerde yeni ufuklarda yakalayacağım kadınlarımızın yeni öykülerini.
Durup dinlenmeden, yazacağım gözledikçe, dinledikçe, tanıdıkça yazacağım. Satırlara
satırlar eklenecek. Bitmeyecek eklemelerim. Anadolu kadınını ciltlere
sığmayacağını bilerekten, usanmadan ve keyifle yazacağım. Onlar için yazacağım,
kendim için yazacağım, Anadolu topraklarında yaşayan, güzelden öte, güzel
insanlarımız için yazacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder