31 Mart 2014 Pazartesi

AHIR SEKİLİ YAŞAM ÖYKÜSÜ

Yıldız Tümerdem
         Ahır Sekili Yaşam Öyküsü
                                                 
             
Bu onun genç bir hekim olarak çıktığı zorlu ama onu hekimce biçimlendiren, bilgisine bilgi, deneyimine deneyim ulayan, onu mutlu kılan, onurlu yaşam kapılarının açıldığı yollarda geçen yaşam öyküsüydü bir bakıma. Yaşamının yaklaşık on yılı sözünü edeceği yerlerde bir çırpıda gelip geçmişti sanki… Ama anılar her zaman taze kalıyordu. Oraya özgü her türkü o yollara düşürüyordu onu. Yıllar sonra, hava raporlarını dinlediğinde, o yerlerde dört mevsimi yaşıyordu yeniden, yenicesine… Karlı, buzlu, uzun ince, kıvrımlı yollardan köylere ulaşırdı ekibi ile birlikte sağlık hizmeti vermek için…1970’li yıllarda, kış aylarında Erzurum’da sıcaklık eksi kırklara kadar inerdi… Ortalama 110 gün kar kalkmazdı. Kar yüksekliği, Erzurum Kars yolu üzerinde, en eski ve kalabalık ilçe olan Hasan Kale’de yolu boyunca bir metreyi geçerdi. Dağ köylerine ulaşım çoğu kez olanaksızdı. Kışın, “kokar yakıt” dedikleri tezekleri yakarak ısınmaya çalışıyorlardı. Yöresel yemeklerini, mis kokulu lavaş ekmeklerini pişirdikleri tandırlarında da yaz boyunca topladıkları hayvan dışkıları (mayıs diyorlardı) ile yaptıkları, bu tezekleri kullanıyorlardı. Köylerde, dondurucu kış günlerinde günlük yaşamlarında, ahırların kapısı kullanılırdı. Ahırlarda, kalın tahtalarla, uzun ağaç dallarının desteği ile yapılan, üzeri rengârenk halı ve kilimlerle kaplanmış, el emeği örtülerle süslenmiş, halı yastıklarla güzelleşmiş yüksek sedirlerde yaşanılırdı. Ahır Sekisi diyorlardı oda gibi kullandıkları görülmeye değer bu ilginç kışlık yaşam yerlerine. Ahır sekisinin bir de öyküsü vardı dillerde dolaşan. Bir anlamda efsaneleşen bu öyküde, köyünü ve yaşadığı yerleri bırakarak İstanbul’ a çalışmaya giden ama bol para kazandıktan sonra geride bıraktığı ailesini, resmi nikâhlı eşini ve çocuklarını, unutuveren Erzurumlu bir Dadaşı anlatıyordu…

Öyküye göre; evine dönmeyen er’ini (kocasını) aramak için İstanbul’daki hısım akrabalarının yanına gitmişti terk edilen kadın, çocuklarını köyündeki yakınlarına bırakarak. Kadın, kocasının adresini bulmuştu yakınlarının yardımı ile. Görkemli bir evin önündeydi. Heyecan ve merakla çaldığı kapıyı ona beyaz önlüklü, fırfırlı beyaz şapkalı genç bir kadın, besbelli evin hizmetlisi, açmıştı. İçerde rengârenk giysili, saçları sarı, gözü kaşı boyalı, elindeki pipolu sigarayı tüttüren, pek de genç olmayan bir kadın ile karşılaşmıştı. Tarlada çalışmaktan, tezek yapmaktan bıkıp usanmayan çatlamış nasırlı ellerine su dökemeyecek çirkinlikteki, kokana kılıklı kadın ona; “kimsin sen, nereden, ne için geldin?” sorusunu sormuştu, yukarıdan aşağı süzerek, küçümseyen bakışlarla. O da; “Bu evde yaşayan o adamın karısıyım, ya sen kimsin?” sorusunu yöneltti… Bu soru çileden çıkarmıştı, kuma bellediği o kadını... Elindeki yabancı markalı sigarasının dumanını öfke ile onun yüzüne üfleyerek; “Hele şuna bakın, bu kılığınla hizmetçim bile senden şık. Onun karısı sen değilsin artık, onun karısı benim, çek git dağdaki köyünde yaşa, öküzünle, ineğinle, horozunla-tavuğunla” sözleri ile ona kapıyı göstermişti. Koca, gerçek karısının geldiğini görmüş, korku ile kapı arkasından iki kadının konuşmasını dinliyordu. Aldatılmış kadın, ellerini beline koyarak gururla; “vay, vay hele şuna bakın, bizim çulsuz herif ne zaman adam olmuş da senin gibi kokana ile yaşıyor? Köyünde ahırda yaşıyordu, gündüz güttüğü davarları ile.  O günlerini, yırtık çarığını, yamalı mintanını, soluk şalvarını ne zaman unuttu çulsuz kocam. Oturduğu ahır sekisiydi, şimdileri çığırdığı İstanbul türküsü mü oldu? Al da başına çal onu. O da başına çalsın senin gibi kokanayı” diyerek evi terk etmişti.
  
Koca konuşulanları duymuş, yaptığı yanlışı anlamış, eşinin ardından köyüne, ailesine, çocuklarına dönmüştü... Her zaman olduğu gibi Anadolu’nun hoş görülü çilekeş kadını, gururu incinse de, çocuklarının babasını affederek evinin odasını açmıştı ona, yeniden. Başka ne yapabilirdi ki. Hüzünlü gözlerindeki damlaları içine akıtarak, yanık sesiyle söylediği; Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun / gördün güzelleri Beni unuttun / Gurbete gideli yedi yıl oldu / diktiğin fidanlar meyveye durdu…” O dillerde dolaşan türkü ile incinen gururunun acısını Erzurum yaylalarının bereketli toprakları ve onu yalnız bırakmayan akgüvercinler ve karakargalarla paylaşıyorduAnadolu kadınıydı o… Değeri bilinmese üstüne kuma getirilse de, duyguları çiğnenip aşkı bitirilse de, hüzünlü bakışıyla susuşu başka güzeldi… Dost ellerle uzanıp tutuşu başka güzeldi… Bu güzellik kutsal Anadolu topraklarına özgüydü… Anadolu’da hekim ve de eğitici olarak görev yaptığı o gençlik yıllarında, buna benzeyen gerçek öyküleri dinledikçe, çözüm bulamamanın başkaldırısını çizgili defterleri ile paylaşıyordu, çevresindekilere belli etmeden. Anıları ile değerlenen çizgili defterlerlerinin sararan sayfalarına oya gibi işlediği düşlerle renklenen öyküleri, yazı ve şiir olarak gün ışığına çıkınca, gerçekten çocuk gibi seviniyordu. Havalara uçuyordu kanatsız.Yitimsiz anılarına dönüşü, yaşamını gök kuşaklı renklerle ışıklandırıyordu. O ışık; dingin yaşamdı / üretken yaşamdı / paylaşılan, mutlu yaşamdı onun için…
Yarim İstanbul’u Mesken Mi Tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yarim sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu
Seninle gidenler sılaya döndü
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Yarimin giydiği ketenden gömlek
Yoğumuş dünyada öksüze gülmek
Gurbet ellerinde kimsesiz ölmek
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
İğde çiçek açmış dallar götürmez
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Benim bağrım yufka sitem götürmez
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder