Yıldız Tümerdem
Ahır Sekili Yaşam Öyküsü
Bu onun genç bir hekim
olarak çıktığı zorlu ama onu hekimce biçimlendiren, bilgisine bilgi, deneyimine
deneyim ulayan, onu mutlu kılan, onurlu yaşam kapılarının açıldığı yollarda
geçen yaşam öyküsüydü bir bakıma. Yaşamının yaklaşık on yılı sözünü edeceği
yerlerde bir çırpıda gelip geçmişti sanki… Ama anılar her zaman taze kalıyordu.
Oraya özgü her türkü o yollara düşürüyordu onu. Yıllar sonra, hava raporlarını
dinlediğinde, o yerlerde dört mevsimi yaşıyordu yeniden, yenicesine… Karlı,
buzlu, uzun ince, kıvrımlı yollardan köylere ulaşırdı ekibi ile birlikte sağlık
hizmeti vermek için…1970’li yıllarda, kış aylarında Erzurum’da sıcaklık eksi kırklara
kadar inerdi… Ortalama 110 gün kar kalkmazdı. Kar yüksekliği, Erzurum Kars yolu
üzerinde, en eski ve kalabalık ilçe olan Hasan
Kale’de yolu boyunca bir metreyi geçerdi. Dağ köylerine ulaşım çoğu kez olanaksızdı.
Kışın, “kokar yakıt” dedikleri tezekleri yakarak ısınmaya
çalışıyorlardı. Yöresel yemeklerini, mis kokulu lavaş ekmeklerini pişirdikleri
tandırlarında da yaz boyunca topladıkları hayvan dışkıları (mayıs diyorlardı)
ile yaptıkları, bu tezekleri kullanıyorlardı. Köylerde, dondurucu kış günlerinde
günlük yaşamlarında, ahırların kapısı kullanılırdı. Ahırlarda, kalın
tahtalarla, uzun ağaç dallarının desteği ile yapılan, üzeri rengârenk halı ve
kilimlerle kaplanmış, el emeği örtülerle süslenmiş, halı yastıklarla
güzelleşmiş yüksek sedirlerde yaşanılırdı.
Ahır Sekisi diyorlardı oda gibi kullandıkları görülmeye değer bu ilginç kışlık
yaşam yerlerine. Ahır sekisinin bir
de öyküsü vardı dillerde dolaşan. Bir anlamda efsaneleşen bu öyküde, köyünü ve
yaşadığı yerleri bırakarak İstanbul’ a çalışmaya giden ama bol para kazandıktan
sonra geride bıraktığı ailesini, resmi nikâhlı eşini ve çocuklarını, unutuveren
Erzurumlu bir Dadaş’ı anlatıyordu…
Öyküye göre; evine dönmeyen
er’ini (kocasını) aramak için
İstanbul’daki hısım akrabalarının yanına gitmişti terk edilen kadın,
çocuklarını köyündeki yakınlarına bırakarak. Kadın, kocasının adresini bulmuştu
yakınlarının yardımı ile. Görkemli bir evin önündeydi. Heyecan
ve merakla çaldığı kapıyı ona beyaz önlüklü, fırfırlı beyaz şapkalı genç bir
kadın, besbelli evin hizmetlisi, açmıştı. İçerde rengârenk giysili, saçları
sarı, gözü kaşı boyalı, elindeki pipolu sigarayı tüttüren, pek de genç olmayan bir
kadın ile karşılaşmıştı. Tarlada çalışmaktan, tezek yapmaktan bıkıp usanmayan çatlamış
nasırlı ellerine su dökemeyecek çirkinlikteki, kokana kılıklı kadın ona; “kimsin sen, nereden, ne için geldin?”
sorusunu sormuştu, yukarıdan aşağı süzerek, küçümseyen bakışlarla. O da; “Bu evde
yaşayan o adamın karısıyım, ya sen
kimsin?” sorusunu yöneltti… Bu soru çileden çıkarmıştı, kuma bellediği o kadını...
Elindeki yabancı markalı sigarasının dumanını öfke ile onun yüzüne üfleyerek; “Hele şuna bakın, bu kılığınla hizmetçim
bile senden şık. Onun karısı sen değilsin artık, onun karısı benim, çek git dağdaki köyünde yaşa, öküzünle,
ineğinle, horozunla-tavuğunla” sözleri
ile ona kapıyı göstermişti. Koca, gerçek
karısının geldiğini görmüş, korku ile kapı arkasından iki kadının konuşmasını
dinliyordu. Aldatılmış kadın, ellerini beline koyarak gururla; “vay, vay hele
şuna bakın, bizim çulsuz herif ne zaman adam olmuş da senin gibi kokana ile yaşıyor?
Köyünde ahırda yaşıyordu, gündüz güttüğü davarları ile. O günlerini, yırtık çarığını, yamalı mintanını,
soluk şalvarını ne zaman unuttu çulsuz kocam. Oturduğu ahır sekisiydi, şimdileri
çığırdığı İstanbul türküsü mü oldu? Al da başına çal onu. O da başına çalsın
senin gibi kokanayı” diyerek evi
terk etmişti.
Koca konuşulanları duymuş, yaptığı
yanlışı anlamış, eşinin ardından köyüne, ailesine, çocuklarına dönmüştü... Her
zaman olduğu gibi Anadolu’nun hoş görülü çilekeş kadını, gururu incinse de,
çocuklarının babasını affederek evinin odasını açmıştı ona, yeniden. Başka ne
yapabilirdi ki. Hüzünlü gözlerindeki damlaları içine akıtarak, yanık sesiyle
söylediği; Yârim İstanbul’u mesken mi
tuttun / gördün güzelleri Beni unuttun / Gurbete
gideli yedi yıl oldu / diktiğin fidanlar meyveye durdu…” O dillerde dolaşan
türkü ile incinen gururunun acısını Erzurum
yaylalarının bereketli toprakları ve onu yalnız bırakmayan akgüvercinler ve karakargalarla
paylaşıyordu… Anadolu kadınıydı o…
Değeri bilinmese üstüne kuma getirilse de, duyguları çiğnenip aşkı bitirilse
de, hüzünlü bakışıyla susuşu başka güzeldi… Dost ellerle uzanıp tutuşu başka
güzeldi… Bu güzellik kutsal Anadolu topraklarına özgüydü… Anadolu’da hekim ve
de eğitici olarak görev yaptığı o gençlik yıllarında, buna benzeyen gerçek
öyküleri dinledikçe, çözüm bulamamanın başkaldırısını çizgili defterleri ile
paylaşıyordu, çevresindekilere belli etmeden. Anıları ile değerlenen çizgili
defterlerlerinin sararan sayfalarına oya gibi işlediği düşlerle renklenen
öyküleri, yazı ve şiir olarak gün ışığına çıkınca, gerçekten çocuk gibi
seviniyordu. Havalara uçuyordu kanatsız.Yitimsiz anılarına dönüşü, yaşamını gök
kuşaklı renklerle ışıklandırıyordu. O ışık; dingin yaşamdı / üretken yaşamdı /
paylaşılan, mutlu yaşamdı onun için…
Yarim İstanbul’u Mesken Mi Tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yarim sen gideli yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu
Diktiğin fidanlar meyveyle doldu
Seninle gidenler sılaya döndü
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Yarimin giydiği ketenden gömlek
Yoğumuş dünyada öksüze gülmek
Gurbet ellerinde kimsesiz ölmek
Gurbet ellerinde kimsesiz ölmek
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
İğde çiçek açmış dallar götürmez
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Dağlar diken olmuş kervan oturmaz
Benim bağrım yufka sitem götürmez
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder