Yıldız Tümerdem
Edebiyat-Sanat-Kültür ile ilgili
değişik ve de çok yararlı konuları ele alarak, bazen neşeli bazen fırtınalı irdeleyen
toplantıların birinde; “Şiirin öyküsü
olmaz” denildiğinde çok ama çok şaşırmıştı, çocukluğundan beri şiire
sevdalı bir hekim olarak. Okuma yazmayı öğrendiği günlerde başlamıştı
arkadaşlarıyla birlikte şiir yazmaya, resim yapmaya, sporla uğraşmaya.
Öğretmenleriydi onları sanata, spora yönlendiren. Gerçek Cumhuriyet
öğretmenleri idi tümü de. Yıllar yılı değişmemişti bu çocukça tutkusu. Şair
olmadığını düşünürdü her zaman. Yazmayı seven bir hekimdi yalnızca. ABECE
ile tanıştığı günlerde başlamıştı günlük tutma, anı-öykü ve şiir yazma
tutkusu. Günlük tutuyordu. Onun için özel olan, heyecan verici anılarını
öyküleştiriyor, dizeleştiriyor, günlüğünün sayfalarına yerleştiriyordu. Sonra
onları öğretmeleri ve arkadaşları ile paylaşıyordu, heyecanla, mutlulukla.
Yazılarının ve şiirlerinin her zaman bir öyküsü olmuştu, çocukluk günlerinden
başlayarak. Gerçek yaşamının rüzgârları ile gelen sözcükler süslerdi satırlarını.
Yazdıklarına; “bunlar da şiir
mi, o da şair mi?” diyenler çıkacaktı elbette. Başkalarına yapıldığı gibi, eleştirel
bir yaklaşımla, alaylı bir davranışla karşılaşabilirdi. Bunlar onu hiç mi hiç üzmezdi. Kırılmazdı bu
ve benzer davranışlarda ve söylemlerde bulunanlara. Canını da sıkmaz, keyfini
bozmazdı. “Keyfim yerinde bu gün sen
bile bozamasın” der geçerdi, bu ve benzer söylemleri düşlediğinde...
Hekimdi, mesleksel uğraşlarının yanı
sıra, sanatsal çalışmalarına da zaman ayırıyor, okumak kadar yazmaktan da mutlu
oluyordu. Kendisi için, kendini mutlu etmek için yapıyordu bütün bunları.
Yollarda yazıyordu, çoğu kez de yalnız kaldığında yazıyordu.. Gerçeklere
düşlerini de katıyordu yazarken, resim yaparken olduğu gibi… Mesleksel yazıları
ve çalışmaları gibi bu tür uğraşlar da mutlu ediyor, dingin ve genç tutuyordu
onu. Şiirlerinin hep öyküsü oldu, yazılarının olduğu gibi… Şiirlerinde yaşamla
imge, imge ile düş dosttu, sarmaş dolaştı. Her satırda duyguları, düşünceleri,
sevdaları, aşkları, anıları, imgeleri, gerçek yaşamında yaşadıkları /
yaşamadıkları, yaptıkları / yapamadıkları vardı. Tümceleri yaşamını anlatırdı, noktasından
virgülüne kadar onun olan ve çevresi ile paylaştığı, çok sevdiği yaşamını.
Günlüğünün bir köşesine; “Gülün ne
özelliği kaldı, ne güzelliği /Gül dalında güzeldi koparıldı /Gül sevgiyle özeldi / Her gülene verildi / Ve
de değeri bitti” sözcüklerini yerleştirdiği o günü hiç ama hiç unutamadı. “Gül Dalında Güzel” adını verdiği, her okuyuşunda gözleri
uzaklara takılır, dudakları mutlulukla karışık bir özlemle gülümserdi. Şiirinin, diğer dizelerinden farklı bir
öyküsü vardı. Meslektaşları olan genç hekimlerin ve öğrencilerinin öyküsü gizliydi
bu dizelerde. Tıp fakültesinde, öğrencisi olan iki kızı gibi tüm öğrencileri
onun çocukları, dostları, meslek arkadaşları ve bilgisini severek paylaştığı
geleceğinin gurur kaynağı oluyorlardı her zaman. Fakültelerde, pek çok eğitici
öğrencilerinin isimlerini bilmek şöyle dursun, yüzlerini bile anımsamazlardı.
Oysa topluma yönelik uzmanlığı nedeniyle öğrencileriyle, kalabalık sınıflarda bile
birebir ilgilenirdi. Büyük gücün ona verdiği bir şans olarak görürdü bütün
bunları. Öğrencilerinin arasında çok nitelikli, yaşlarından olgun, çok okuyan,
gerçekten iyi yetişmiş olanlarının ayrı bir yeri vardı onun yanında… Birlikte gerçekleştirdikleri
bilimsel araştırmaları, kongrelerde onların sunmasını yeğler, öyle de yapardı. Öğrencileri
arasında öyleleri vardı ki, onlar için; “ oğlum olsa ancak böyle
yetiştirebilirdim” diye düşünürdü.
Düşüncesini onlarla da paylaşırdı ve sevgi dolu bakışlarını görmekten de mutlu olurdu…
İşte böyle düşündükleri arasında bilimsel oğul
dediği öğrencilerinden biri, Tıp Fakültesini bitirip uzmanlık çalışmalarına
başlamıştı. Nitelikli bir hekimdi. Güzel konuşur, edebiyatla ilgilenir, fırsat
buldukça, meslek dışı ilginç kitaplar okurdu. Öğrencileriyle sohbetleri
sırasında mesleklerinin dışında, sanatsal söyleşileri de olurdu. Bazen bir
yerlerde toplanır bir sazın tellerinden dökülen şarkılar söylerler, bir gitarın
eşliğinde şiir okurlardı hep birlikte. Yaşam onlar için ekip olarak değerliydi,
yaşanmaya değerdi ve mutluluktu. Fakülteyi bitirenler değişir, yöntemi
değişmezdi. Yıllar sonra bir yerlerde, bir üniversiteyi ya da bir fakülteyi
yöneten, bir yerlerde yönetici ya da uygulayıcı hekimlik hizmetlerini yürüten,
hemşirelik alanında başarılı olan öğrencisi ile karşılaştığında, kendilerini
tanıtmaları, içten bir sevgi ile hocalarını kucaklamaları, bulundukları
ortamlara aldırmadan, çocuksu bir davranışla öğrencilik günlerine dönüşleri, mutlu
eder, kirpiklerini ıslatır, gururlandırırdı. Yaşamda örneği tek olmayan bir
davranışı sergileyen bu öğrencisi çok beğendiği, kendi gibi yetenekli ve
nitelikli bir okul arkadaşının kendisini eş seçmesi için büyük uğraş vermiş ve
başarmıştı. Zorunlu hizmet için gittiği Doğu Anadolu’nun kuş uçan kervan geçen
yerlerinde bile onu yalnız bırakmamıştı. Özveri ile terleyerek seçtiği eşi de
ondan öte akıllı ve yetenekli bir öğrencisi idi. Öğrencilik yıllarında sağlık
çalışmaları sırasında, gecekondu bölgelerindeki okullarda çocukları titizlikle
muayene eder, çevresi ile sıcacık dostluklar kurardı. Karakteri kadar fiziği de
düzgündü. Hocalarının olduğu kadar, erkek arkadaşlarının da beğenisini
kazanmıştı. Çok çalışkan ve disiplinli idi. Uzmanlık sınavını ilk girişte kazanmış,
eğitimini zamanında başarı ile tamamlamıştı. Onun bu halini, öğrencilik
yıllarındaki kendine benzetirdi…
Hekimlik eğitim programları sırasında,
yalnızca fakültenin dört duvarı arasında sürdürmezlerdi çalışmalarını. Asistanları
ve öğrencileriyle birlikte gerçekleştirdikleri bilimsel çalışmalarını, araştırmalarını
bilim evreni ile paylaşmak için kongrelere de birlikte katılırlardı. Bilimsel çalışmalarının
yanı sıra, akşamları da eğlenmesini bilirlerdi. Öğrencileri ve meslek
arkadaşlarıyla, yemyeşil şipşirin bir Anadolu kentinde yapılan bir kongreye
katılmışlardı. Akşam, özenle giyinerek hazırlanmışlar, açılış kokteyline
katılmışlardı. Hepsi de neşeliydiler. Bir o kadar da heyecanlı idiler…
Sohbetler keyifliydi. Fotoğraflar çekiliyordu gruplar oluşturularak. Gülüyor,
şarkılar söylüyor, dans ediyorlardı. Tek sözcükle yaşamı / sevgiyi / dostluğu /
arkadaşlığı / sıcacık yaşamsal bir havayı yakalamışlardı… Tek sözcükle; “
yaşamı yakalamışlardı, her zaman olduğu gibi. “ Sözünü ettiği öğrencisi, bir
ara, çelenklerden birinden bir kırmızı gonca gül alıp, saygılı bir biçimde,
sıcak bir tebessümle uzattı. “ Gül size
çok yakışacak hocam, izin verirseniz
yakanıza takmak isterim” diyerek ceketinin, beyaz ipek mendilli cebine
alkışlar arasında yerleştirdi gülü… Arkadaşları; “ Oooo!!! Seni gidi zeytinyağcı seni, sınava az kaldı ama hocamızı kırmızı gonca gülle
kandıramazsın, çalış abi çalış” sözleri ile takılıyorlardı ona.
Birbirlerini çok seven, birbirlerine destek olan öğrencilerinin / genç meslek
arkadaşlarının bu neşeli, sıcak davranışlarını severdi, gülümseyerek dinlerdi
onlar, her zaman. Toplantılarda, öğretim üyesi arkadaşları özenerek
seyrederlerdi ekibin bu çağdaş ve güzel birlikteliğini…
Genç Meslek Arkadaşları ile birlikte,
yeni bir bilimsel çalışma ile Uluslararası bir kongreye daha katıldılar. Sözünü
ettiği öğrencisi de aralarında idi. Birden uzaktan, sınıf arkadaşını görerek
izin istedi, onun yanına gitmek için. Hoş giyimli, alımlı idi uzaktan
gülümsediği arkadaşı. Kucaklaştılar ve sıcak bir sohbete başladılar. Besbelli
uzun süre görüşmemişlerdi birbirlerini… Birden konuşmasını yarıda keserek, kız arkadaşının
yanından ayrılarak onlara doğru yürüdü, her zamanki gülümsemesiyle. Aralarına
katılacağını zannederek onun geldiği tarafa baktılar hep birlikte… Onu
bekliyorlardı, öğle yemeğine gitmek için. Oysa ekibin yanında duran çelenkten
bir kırmızı gonca gül alarak kız arkadaşına doğru yöneldi. Ne yapacağına bakıyordu
arkadaşları merakla. Gülü; hocasına uzattığı günkü yüz ifadesi ve belli
belirsiz bir gülümseme ile kız arkadaşına bir şeyler söyleyerek uzattı ve
ceketinin yaka cebine yerleştirdi. Bir farkla onun ceketi kırmızı değildi. Bir
farkla o arkadaşı idi hocası değildi. Öğrencileri; “hadi gel yemeğe gidiyoruz”
dediklerinde; “ siz gidin, afiyet olsun”
diyerek uğurladı arkadaşlarını ve saygı ile selamladı hocasını. Ekip, keyifli
bir biçimde istiklal caddesine yöneldi…
Yazmak ilkenizse, yerleşmişse içinize
sözcükler, kimsenin algılayamadıklarını algılar, çevrenizdeki her şeyi
değerlendirirsiniz. O anda her zaman yaptığı gibi, çantasından eksik olmayan
çizgili not defterini ve kurşun kalemini çıkarıp başladı yazmağa, öğrencileri
keyifle yemeklerini yerken onlara belli etmeden. Bir şiirin taslağı çıkıverdi
ortaya hemen oracıkta… Eskilere doğru uzun bir yolculuğa çıkıverdi anıları ile…
Geçmişte de ne çok şiir yazmıştı bu ve benzeri yaşanmışlar için… Peçete kâğıdına,
masadaki boş sigara kutularına yazdığı şiirler sanki masamın üstünde
dolaşıyorlardı. Bu kez de öyle yaptı. O anda gülü verenle, sol parmağında
parlayan pırlantaların göz kamaştırıcı renklerinin onlara yansımasından, evli
olduğunu düşündükleri, yakası kırmızı güllü genç hekimi ve herkesin gözdesi olan,
tüm evlenme tekliflerini eş seçtiği arkadaşı nedeniyle geri çeviren çok sevdiği,
nitelikli kız öğrencisini düşündü ve içi acıdı, kahroldu. İçindeki ses erkek
öğrencisinin, ileride, bilinmeyen bir tarihte, benzer yanlışlarla gerçekten
değerli olan eşini kaybedebileceğini söylüyordu. Çünkü; genç erkeklerin pek
çoğu gibi, o da evlenmişti, evlilik denen kutsal birlikteliği kanıksamıştı.
Heyecan aramalıydı. Gençti, sağlıklıydı. Fiziği yüz üzerinden doksandı ona
göre. Çevresi güzel ve cazip kadınlarla doluydu ve ona gülücükler dağıtıyorlar,
karşısında göz süzüyorlar, kırıtıyorlardı. Onurlu bir mesleği vardı. Sakal tıraşından
sonu kokular sürer, pahalı ve şık giyinirdi. Son model araba ile dolaşırdı.
Yetmez mi idi gününü gün etmek için bütün bunlar? Hem, erkeğin şanındandı! çapkınlık…
“kadının yüzü karası, erkeğin elinin
kınası” demiyor muydu Anadolu insanı çapkınlık yapan erkeklere arka çıkarak…
Bu düşünceler içinde çırpınıp durdu, bir süre önündeki salata tabağına dalgın
bakarak…
Geleceği gören, düşüncelerinin ardında
dururdu her zaman. Gelecekle ilgili kanıt almış düşüncelerinin özünde deneyimleri
vardı. Gelecekte olabilecekleri, önsezi ile arkadaş olarak seçtikleri, dost bildikleri
için de duyumsamış ve yaşamıştı da. Bu kez de öyle olmuştu. Bilimsel oğul
dediği sevgili öğrencisi, dingin ve doğru yaşamını, geleceğini, sağlığı için
çok değerli olan doğru bir seçim yaparak seçtiği meslek arkadaşını / eşini elinden
kaçırmıştı bu olaydan bilmem kaç yıl sonra, bilemediği / öğrenemediği /
öğrenmeyi istemediği bir nedenle. Ayrıldıklarını yıllar sonra sınıf arkadaşlarından
öğrendiğinde hiç şaşırmadı. Kongre günlerini, o günlerdeki sezilerini anımsadı...
Sıradanmış gibi oluşan olayların ardında yatan gerçeğin nedenlerini sıraladı
içinden… Sonuç hep aynıydı, değişmiyordu bir bakıma… Yaşam bir oyundu, bazen güldürü
bazen de dram… Üstünde durmaya bile değmezdi. Değer bilmeyen kim / kimler varsa
çöpe atılmalıydı bir an bile düşünmeden, üstünde bile durulmadan. Evet! Her
zaman, her koşulda ve her yerde böyle yapılmalıydı. Doğru olan da bu idi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder