Yıldız Tümerdem
Yitimsiz Çocukluk Günleri
“Geçmişini unutanların
Mutlu geleceği olamaz.”
Çocukluğum Başkentin, şirin bir semti olan Hacettepe’de geçti. Evimizin
karşısında, yemyeşil, rengârenk çiçeklerle bezeli, içinde büyüklü küçüklü
havuzların ve su kanalların bulunduğu güzelden öte güzel bir park vardı. Mahallemizin
havası kadar çeşmelerinden akan suları da tertemizdi. Avuçlarımıza
doldurduğumuz suyu korkusuzca içer, yüzümüzü yıkar, birbirimizle “su serpme” oyunu oynardık. Neşeli kahkahalarımız,
gök kuşaklı su damlacıkları ile yayılırdı çevremize. Yerlerde çöp göremezdiniz.
Sokaklarımızdaki çöp tenekelerimiz, bir sanatçının fırçasından çıkmış gibiydi.
Tertemizdi evlerimizin önleri. Herkes kendi evinin önünü kendi süpürür, kendi
temizlerdi. Çocuklar sokağa tükürmez, çöp atmazdı. Sigara izmaritleri dans
etmezdi kaldırımlarda. Çöp ve sigara kokusu yayılmazdı çevreye. Tek sözcükle; sokaklarımız
ve mahallemiz tertemizdi, yüreğimiz, beynimiz, ilkelerimiz gibi...
Annelerimizi, babalarımızı, komşularımızı, öğretmenlerimizi, hekimlerimizi,
hemşirelerimizi, ebelerimizi çağdaş giysiler içinde görürdük. Anadolu kadının
töresel giysisinin dışında, farklı bir giyim kuşama rastlanmazdı,
sokaklarımızda. İlkokullu yıllarımızda erkek arkadaşlarımızla birlikte gidip
gelirdik okulumuza. Oyunlarımızı da birlikte oynardık okul bahçelerimizde, sokaklarımızda.
Suyumuzu sokak çeşmelerimizden doldururduk. Evlerimiz güle oynaya taşırdık
testilerimizi. Testilerimiz pişmiş topraktandı. Çok hoşumuza giderdi sutaşıma
görevini üstlenmek. Gururlanırdık yardım ettiğimiz için annelerimize, ailelerimize.
Naylon, plastik nedir bilmezdik. Sazlardan yapılmış sepetlerle, naylon olmayan filelerle,
bezde torbalarla giderdik çarşıya pazara. Sütçü, yoğurtçu, bozacı kapımızın
önünden geçerdi, unutamadığımız şarkılı söylemleri ile ürünlerini tanıtırlardı,
keyifle. Domates biber patlıcan, patates, soğan, sarımsak, kavun karpuz vb.
sebze ve meyveler, evimizin kapısına kadar gelirdi el arabaları ile. Evlerimizin
bahçelerinde tahtadan yapılmış tavuk kümeslerimiz vardı. Sabahları gün
doğarken, horozlarımızın öterek bizi uyandırmalarını heyecanla beklerdik. Sıcacık,
taptaze yumurtaları folluktan kendimiz alırdık. Horozların, tavukların yanı
sıra hindiler, kazlar, ördekler de dolaşırdı sokaklarımızın aralarında. Onları
kovalarken çok ama çok eğlenirdik. Hayvanlara taş atmaz, eziyet etmezdik. Oyuncak
bebeklerimizi, tel arabalarımızı, kızaklarımızı bile kendimiz yapardık… Seksek
oynardık, çember çevirirdik arkadaşlarımızla. Bütün bunlar çağdaş yaşamın
vazgeçilmezleriydi. Bizi biz yapan doğru alışkanlıklarımızdı…
Kapılarımızın önünde kitap okurduk arkadaşlarımızla birlikte. Kitaplarımızı,
Halk Evleri Kütüphanelerinden, bize
özgü kartlarımızla ücretsiz alır, günü geldiğinde de geri götürürdük. Hikâye ve
roman okuma ve okuduklarımızı birbirimizle paylaşma tutkumuz o günlerde başlamıştı.
Paranın değerini bilirdik. Savurgan değildik. Yerli Malı Haftalarımızı
kutlardık. Sümerbank’tan alınırdı giysilerimizin kumaşları. Evlerde dikilirdi,
Singer Marka dikiş makineleri ile. Mustafa Kemal Atatürk’ün İş Bankası kumbaralarımız
vardı. Harçlıklarımızdan arta kalanları kumbaralarımızda biriktirirdik. Kumbaralarımıza
para atmak için yarışırdık kardeşlerimizle, arkadaşlarımızla…
Çoğumuzun anne ve babaları devlet memuru idi. Ya öğretmen ya subay ya hâkim
ya da mimar-mühendistiler. Ne özel arabalarımız vardı ne de bizim olan
evlerimiz. Kiralık evlerde oturuyorduk. Evlerimiz iki katlı, bahçe içinde,
ahşap ve taştandı. Soba ile ısınırdık kış boyunca. Kışın odalarımızın kapılarına
rengârenk desenli, el dokuması kilimler asardık sıcaklık dışarı çıkmasın, fazla
kömür yakmayalım diye. Soba borularımızı sıklıkla temizlerdik. Gaz ocaklarında,
maltızlarda, töresel kuzinelerde pişerdi yemeklerimiz. Komşularımızın
bahçelerinde toprak fırınlar vardı. Annelerimiz börek, kurabiye yaptığında, ya ekmek
üreten fırınlara götürülürdü pişirilmesi için, ya da komşularımızın toprak
fırınlarına. Komşuların birbirlerine destek olması, insancıl davranışların
görülmeye değer bir örneği idi. Köz ateşli mangallarda kahve cezveli ve çaydanlıklı
sohbetler olurdu misafir odalarımızda, sofalarımızda. Mutfaklarımızda
buzdolapları yoktu. Tel dolaplarımızda saklanırdı yiyeceklerimiz. Taze
tüketirdik yiyeceklerimizi. Ellerimizle toplardık sebzelerimizi, meyvelerimizi
yakınımızdaki bahçelerden, bağlardan. Çamaşırlarımız elde yıkanırdı.
Bahçelerimizde, balkonlarımızda, iplere asılarak kurutulurdu. Kışın buz tutan
çamaşırları seyrederkenki mutluluk anlatılmaz, yaşanır. Dışardan görülmemesi
için iç çamaşırlarımızı çarşaflarımızın, yastık kılıflarımızın arkasına asardık…
Tek tuşlu radyolarımız vardı bizi eğlendiren, bilgilendiren. Öyküler
dinleyerek büyüdük, geliştik, değiştik. Ankara Radyosu, Çocuk Saatlerinde,
çocuk şarkıları öğretirdi. Şimdilerde, çocukluğumuzda dinlediğimiz öyküleri, şarkıları,
çocuklarımız ve torunlarımıza öğretirken, o günlere dönmenin buruk mutluluğunu
anı ve öykülerimizin eşliğinde yeniden yaşıyoruz, yenicesine. Pikaplarımız, Gramofonlarımız,
Sahibinin Sesi yazılı minik plaklarımızdan, değişik makamlarda, Klasik Türk
Musikisi dinleyerek büyüdüğümüz günlere dönebilmemiz olası değil, kuşkusuz. Ama
anılarımızın en güzel köşelerinde duruyorlar taptaze ve de dipdiri… O
günlerimizi anımsadıkça da mutlu oluyoruz…
Yaz tatilimizi, çoğumuz, sokaklarımızda arkadaşlarımızla güle oynaya geçirirdik.
Kavga etmeyi bilmezdik. Birbirimize kötülük yapmayı öğretmemişlerdi. Kıskanç
değildik, paylaşımcıydık. İnançlıydık. Aydınlık Gelecek için umutluyduk. Mustafa
Kemal Atatürk İlke-Devrimleri ile yetiştirildik. “Türküm doğruyum, çalışkanım.
Yasam; büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumaktır. Varlığım Türk varlığına
armağan olsun” biz Cumhuriyet çocuklarının yaşam sloganı idi. Her sabah o
sözlerle başlardık derslerimize, gururla, heyecanla. Öyle güzel ve özel
günlerdi ki o günler, her anımsayışımda yeniden, yenicesine yaşıyorum o
günleri, çocukluğuma geri dönmüşçesine…
Çok şanslıydık. Çağdaş eğitim yöntemi ile eğitildik. Beyinlerimizi kirli ve
pis kokulu sularla yıkamayan, bizleri karanlığa yönlendirmeyen bir okul
yaşantımız vardı. Eğitim sistemimiz; geleceğe aydınlık kapılar açan bir eğitim
sistemiydi, başka hiçbir ülkede o güne kadar başlatılmamış olan bir yöntem
uygulanıyordu. Bizleri bu günkü biz yapan bir eğitim oldu. Dünyada hiçbir çocuğun
bayramı yokken, bizim 23 Nisan Çocuk Bayramımız vardı. Hiçbir ülkede gençlerin
bayramı yokken 19 Mayıslarda gençlerimiz ellerinde Ay-Yıldızlı Al Bayrakları ile Başkent Ankara’nın tören
yerlerinde, yollarında, başları dik yürürlerdi. Onları seyrederken gururla,
sevgiyle, coşkuyla alkışlardık. Ulusal Marşlarımızı söylerken de geleceğe umutla
bakıyorduk. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK ve yol arkadaşları; Kırmızı Erk koltuklarını, Laik Cumhuriyetimizi, Kutsal Anadolu Topraklarını
bizlere, o günün ilkeli, aydınlık beyinli, dürüst, yürekli ve öz güvenli gençlerine
bırakmışlardı. Hiçbir ayırım gözetmeden, özellikle de kadın ve erkek ayırımı gözetmeden
alınmıştı tüm bu kararlar…
İşte o günlerde, ilkbaharlarda coşku ile çiçeklenirdi yüreğimiz, kuş sesleri
ile neşelenirdik. Mart ayının başlarında, evlerimizin bacalarındaki yuvalarına
dönerlerdi, ilkbaharın müjdecisi leylekler… Çocuklar kadar büyükler de mutlu
olurlardı onların gelişlerinde. Doğa dostuydu insanımız. Doğa ile iç içe
yaşamayı seviyordu. Şimdilerde, bu anlatılanlar bir
masal besbelli. Ne leylekler yuva
yapıyor bacalarımıza, ne de beyaz bulutlu mavi göklerimizde görüyoruz onları.
Yeşil yalnızca Türkçe sözlüklerimizde tanımlanıyor. Boya Kalemi kutularımızda,
suluboyalarımızın içinde, gün ışığına doğayı imgeleyen bir renk olarak çıkmayı
bekliyor, doğanın simgesi olan mavi ile sarının karışımı olan yeşil rengi…Kırdan
Kente göçeden bizler, yalnızca eğitilmiş bir papağan gibi, garip bir yaşamı
yineleyerek, evrenin tostoparlak bir parçası olarak, yaşıyoruz işte. Yaşamak
denilirse buna.Evet! Yaşamak denilirse…