24 Temmuz 2014 Perşembe

Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Dili

Ana- Ata Toprak Dilimiz

Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Dili

Yıldız Tümerdem

Türkçe Okuyabilmek-Yazabilmek-Konuşabilmek…“Kutsal ve vazgeçilmez üçlü” diyorum bu birlikteliğe. Dünde olduğu gibi, bu günde bu birlikteliğin ışığında çağdaş bilgilerle donanma özgürlüğümüzü, bu özgürlüğü bize armağan eden Büyük İnsan’ın topraklarımızda filizlenmesini, kökleri ile evrene yayılarak benzeri görülmemiş bir ulu çınara dönüşmesini, Büyük Gücün değerli bir armağanı olarak yorumluyor ve kabul ediyorum…

Anadolu topraklarında, Tek Bayrak altında yaşayan Türk Ulusunun her öğesi; doğmamış bebekten doksanlı yaşlara kadar kadın-erkek her bireyi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün İlke-Devrimlerinin ışığında oluşturulan, tüm haklardan ayırımsız yararlanırlar. Özgürdürler ve evrenin hiçbir yerinde, hiçbir ülke ve toplulukta görülmemiş bir şansa sahiptirler… Erdemli insan da bütün bunların değerini bilendir…


Türkçe konuşarak başladık yaşama… ABECE- ALFABE ile birlikte yürüdük bizi aydınlığa yönlendiren okullarımızın yollarında… Minarelerimizden, müziğimizin güzel nameleri ile göklere uzanan Ezanlarımızı Türkçe dinledik ve iki elimizi açarak Türkçe dua ettik, bizi yaratan Büyük Güce-Tanrıya, kirlenmemiş-tertemiz yüreğimizle ve aydınlık beynimizle... Türkçe söyledik marşlarımızı… Yazılarımızda, dizelerimizde, şarkılarımızda, türkülerimizde, sazımızda-sözümüzde güzel ve duru Türkçe’mizin bahar çiçeklerinin yitimsiz kokuları vardı hep… Çevremizdekilerle Türkçe konuşarak anlaşıyorduk... Bu bizleri onurlandırıyor, mutlu ediyordu… Düşlerimiz ve imgelerimiz de Türkçe idi... Oralarda doğmasak-büyümesek-yaşamasak- görmemiş olsak bile, Dilimizin Ana-Ata topraklarını, Orta Asya doğasının özlemi ile doluyduk her zaman… Bir gün oraları görmek düşlerimizi süslüyordu…           

Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze kadarki uzun yılları geride bıraktık… Ayırım gözetmeden, her gün yeniden yenicesine yaşamamız için, Vatan Toprağımızı, Ay-Yıldızlı Al Bayrağımızı, Kimliğimizi, Özgürlüğümüzü, Ana-Ata Toprağımızın Dili Türkçemizi bize emanet eden Mustafa Kemal Atatürk, 1928 yılında Kastamonu ilimizde kara tahtanın önünde, elinde beyaz tebeşirden dökülen ABECELİ harfli alfabemizi; “Güzel Dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim uyumlu ve zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir.” Sözleriyle tanıtmıştır tüm dünyaya…


 Türkçemizle ilgili görüşlerini 2 Eylül 1930 tarihinde; “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk Dil, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” tümcelerini Türkçe olarak, el yazısı ve Gazi Mustafa Kemal imzası ile bizlere armağan eden Atamıza ve onu yalnız bırakmayan, başta İsmet İnönü olmak üzere, tüm çalışma arkadaşlarına çok ama çok şey borçlu olduğumuzu biliyoruz...


Atamızın, bu ve buna benzer çağdaş bırakıtlarını koruyan, onları kuşaktan kuşağa taşıma görevini onurla yerine getirmeye söz veren ve sözünü tutan çocukları ve gençlerini dikkatle izlediğine, onlarla gurur duyduğuna inanıyoruz... Kaç yaşında olurlarsa olsunlar, Atamızın ilke ve devrimleri ile yetişmiş Cumhuriyet Öğretmenlerimiz de, yetiştirdikleri çocuklarımız ve gençlerimizin, Ulusal Birliğimiz kadar, Ana-Ata Dilimizi koruyacakları konusunda inançlarını yitirmemeleri, onlar kadar bizleri de yüreklendirecektir… “Güzel ve aydınlık yarınlara” diyoruz, kıvançla, inançla, yitimsiz duygularla, tertemiz yürek ve de gerçek-doğru bilgilerle donanımlı beynimizle… …

17 Temmuz 2014 Perşembe

İNSANLAR VARDIR


Yıldız Tümerdem
İnsanlar Vardır

İnsanlar vardır, düşle karışık sevdalarını doludizgin yaşarlar, aşklarını saman yolundaki yıldızlara gülerek anlatırlar… Ekmeklerine emeklerini, emeklerine sevgilerini ustaca katarlar... Doğru bilgilerini ayırımsız paylaşırlar.. Gündüz güneş olur ışırlar, gece yıldız olur parlarlar… İşte onlar dingin yaşamı yakalarlar, bilgece davranırlar, insanca yaşarlar ve de yaşatırlar… Bu duygu ve düşünce, pek çoğumuzun yaptığı ya da yapmayı düşündüğü yaşam evrenimizin belki de üzerinde durulmadan geçiştirilen, yazıya dökülmeyen bir yaşamsal kesiti değil mi?


İnsanlar vardır, kendilerini Tanrı sanırlar… Kasıldıkça kasılırlar, küçük dağları yarattıklarını sanırlar… Dostluk, arkadaşlık, iyilik, doğruluk sözcükleri yoktur sözlüklerinde… Güzellikleri paylaşmayı bilmezler ve de güzel düşünemezler… “Nalıncı keseri” gibi her şeyi kendilerine yontarlar… Acımasızdırlar… Dost görünüşlerinin altında yatan gerçekleri anlamakta çoğu kez geç kalırız…  Bu ve benzeri insanlar için; “Keşke seni tanımasaydık” deriz kendi kendimize… Kimseye belli etmeyiz bu duygu ve düşüncelerimizi, utandığımız için…Fırlatıp çok uzaklara atmamız gereken pis kokulu, niteliksiz davranışları ve o davranışların yitimsiz kahramanlarını! ayakta alkışlayarak teşekkür mü edelim, bize çevremizi çok daha iyi görmemizde destek oldukları, yol gösterdikleri için? ” sorusunu sorarız kendimize, bazı zamanlarda… Zor da olsa bu soruyu yanıtlamakta ikilem yaşarız…

Kanımca; bu ve benzer soruları sormak kadar yanıtlamak da çok zor, hatta olanaksız gibi…   

Yıllarca sessiz kalan gözlemlerimizin sonucunda yakalayabildiğimiz pis kokulu konuşmalar, dostluktan uzak gerçek olmayan gülümseyişler, sırıtkanlıklar, el etek öpen niteliksiz davranışlar bir gün gelir günlüğümüzden gün ışığına çıkabilir… Tertemiz kalemimiz ve bembeyaz çizgili defterimiz hüzünle titrer bütün bunları aralarında paylaşırken… Tanımladığımız bu insanlarla, bize / topluma yarar yerine zarar veren, kendilerini Tanrı sanan bu insanlarla ilgili düşüncelerimizi yazmamızın gerekli olduğunu da düşünürüz… Bu insanlar, yazılarımız için esin kaynağımız oldukları için, kendilerini “mitolojik kahraman” olarak da görebilirler… Daha da kasılabilirler; “Ben olmasam sen bunları yazabilir miydin” diyerekten…“Onlara bu şansı versek mi?” diye de düşünmekten kendimizi alamadığımız günler/ saatler bile olur…

Zor olsa da böyle düşünmekten kendimizi alamayız, özellikle de haksızlıklarla karşılaştığımızda, kendimize kızgın olduğumuz zamanlarda…


İyi ki ölümsüz yazar RamhaÜçüncü Göz “ yapıtında da anlattığı Üçüncü Gözümüzle/ İç gözümüzle algılayabilmişiz / tanıyabilmişiz çevremizde dolaşan, bizi yönetmeye çalışan, böyle düşünen ve de davrananları… Onların maskelerinin ardındaki gerçek yüzlerini gördükten, kokuşmuş ruhları için her gün sürdükleri insanların dışkılarından hazırlanmış( Suskin’in Koku isimli yapıtı) Fransız parfümleri ile pis kokularını baskılamak için ellerinden ne geliyorsa yaptıklarını gözlemledikten sonra iki gözlerinin bile olmadığını anlayabiliyoruz yazık ki… Onların ve onlara benzeyenlerin, at gözlüğü takmaya bile gereksinimlerinin olamadığını da görüyoruz… Çünkü kördür onlar, toplumsal, evrensel kördürler. İnsanda var olması gereken görme yetisinden yoksun bir körlüktür bu, asla da düzelmez… En becerikli ve de donanımlı göz hekimleri bile yardım edemez onlara… Genlerindeki ikili sarmallı DNA’larının özünde bozukluk var çünkü… Çevre koşulları, bu bozukluğu bir süre baskılar… Çevresindekiler algılayamaz bu körlüğü… Ama bir gün, kırmızı bir koltuğa oturma fırsatını yakaladıklarında, insanları yönetme yetkilerini ellerine geçirdiklerinde, var olan bozuk genleri ateşlenir, körlükleri hiç ama hiç düzelemez… Ellerindeki değneklerle yürümeyi denerler, yürüyemezler, yere çakılırlar…

Evet, yere çakılırlar… Yerden kalkamazlar…

Çıkarcılığın, duyarsızlığın, umarsızlığın kirlettiği kanlarını taşıyan yozlaşmış, bozulmuş temizlikten yoksun kalmış kan damarlarının yeterince besleyemediği bir göz dibi anatomisi ve fizyolojisi olan görme organından başkaca ne bekleyebiliriz ki… Üstüne üstlük beyin ve de kalplerindeki hücreler de benzer şanssızlıkla bozuk yaratılmış olabilir… Çevrelerini, bizler gibi, gerçek aydınlar, dürüst, çağdaş insanlar gibi düşünebilir, algılayabilir, görebilir, duyumsayabilirler mi?
        

Her zaman olduğu gibi bizi var eden Büyük Güce / Yaratana, başımızı beyaz bulutların süslediği masmavi, ucu bucağı görülmeyen okyanusları anımsatan gökyüzüne doğru çevirerek; görmeyi öğrenememiş gözlerle, kirli kanın dolaştığı bir kalp ve kokuşmuş bir beyinle var etmediği için teşekkür etmenin erdemini yakalayarak, sessizce yaşam yolumuzda yürümeyi sürdürüyoruz…Sürdüreceğiz de… 




15 Temmuz 2014 Salı

SİGARA

Prof. Dr. Yıldız Tümerdem:

 Dünyada ilk ölüm nedeni SİGARA; içinde neler yok ki



Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslar arası Çocuk Fonu(UNİCEF) tarafından yapılan çalışmalar sonucunda, dünyada ilk 10 ölüm nedenleri arasında “ Tütün ve Tütün Ürünleri ” ilk sıradadır. Onu izleyen hastalık ve bozukluklardan; kalp- damar hastalıkları, değişik türde kanserler, özellikle de akciğer kanserleri. Cinsel yolla bulaşan hastalıklar- HIV /AİDS, madde bağımlılığı, değişik kazalar, terör olayları ve beslenme bozukluklarının nedenleri arasında da “Sigara- Alkol- Madde”  üçlüsünü düşünmeden edebilir miyiz? Elbette edemeyiz. Gelin yeni bir yüzyılda, anne karnından başlayarak insanın sağlıklı ve mutlu yaşamını tehdit ettiği bilinen sigarayı sorgulayalım…                                                               


                                                                         
             Bilindiği gibi SİGARA, tütünün özel kâğıtlara sarılmış biçimidir. Yaşamımızda bağımlılık sigara ile başlamaktadır. Sonra bira ile başlayan alkollü içecekler ve uçucu uyuşturucu ile başlayan değişik maddelerin denenmesi sonucunda gelişen madde bağımlılığı. Toplumda; “Uyuşturucu Bağımlılığı” olarak bilinen bağımlılık, artık ilköğrenim yaşındaki çocuklarımız bile tehdit edici boyutlara ulaşmıştır. Sokağa itilmiş 10 yaşındaki çocuklarımın sayıları gittikçe artıyor. Okullarda yaptığımız çalışmalar ve konuşmalarımız sırasında bu acı gerçeği bire bir yaşıyoruz. Sigara ile başlayan yanlış yaşam ile Bedensel- Akılsal / Ruhsal ve Sosyal / Toplumsal Sağlığımızı yitiriyoruz. Hızla yok oluyor dünyamız ve güzel insanlarımız… 

Dünya sağlık Örgütü’ne göre; dünya genelinde yaklaşık 4,9 milyon insan sigaradan kaynaklanan hastalık ve bozukluklardan yaşamlarını yitirmektedir. Önlem alınmazsa 20 yılda bu sayı 10 milyona ulaşacaktır. Bu sayının yaklaşık(% 70’i), yani 7 milyonu, gelişmekte olan ülkelerde olacaktır. Dünyada her 4–5 saniyede 1 insan sigara bağımlılığı nedeniyle ölmektedir. Türkiye’de ise her yıl 100 binden fazla insan da benzer nedenlerle yaşamını yitirmektedir. Bir o kadarı hatta daha fazlası da hastalıklarla savaşmaktadır. Savaş insana mutluluk getirebilir mi? Önlem alınmazsa Ülkemizde de, 20 yıl içinde bu sayı, bu gidişle, 250 bine, belki de 300 bine ulaşacaktır. Yapılan çalışmalardan yola çıkılarak dile getirilen bu değerler ürkütücüdür… Elimizdeki veriler; Ülkemizde tütün üretimimiz, günden güne artan dışa bağımlılığımız nedeniyle can çekişmektedir. Çiftçimiz ve işçimiz ekonomik olarak çöküş yaşamaktadır. Buna karşın, son 20 yılda Türkiye’de sigara tüketimi yaklaşık  % 80 oranında artmıştır. Bu süre içinde, bir anlamda dünyayı tütün ile tanıştıran, İngiltere Kraliçesinin bahçesine tütün bile ektirten Amerika’da sigara kullanımı gittikçe azalmaktadır. Tüketim oranı yaklaşık   %30 azalmıştır. Yanan bir sigara’nın içinde şimdilik bilinen 4 bin madde vardır. Bunların arasında, tütün bitkisinin tarlada korunması için kullanılan kimyasal maddeler de yer almaktadır. Böcekleri yok eden bu maddeler, elbette insan için de zararlı olacaktır. Tütün ve Tütün Ürünlerindeki maddelerden bazıları;
  • Tütünde Aromatik Hidrokarbonlar var. Akciğer kanserinin % 90 nedenidir. Yavaş ve sinsi olarak kanseri tetikler.
  • Yanma ürünü olan dumanda; Egzoz gazları var. Arabamız çalışırken arka borudan çıkan gazlar. Öncelikli olarak  karbon monoksit ve karbon dioksit çıkıyor..
  • Sigara yanınca katran ortaya çıkıyor. Filtreyi kokladığımız zamanki koku. Asfaltları kaplayan katran… Katran hücreleri bozuyor, hücrelerin hızlı üremesi sonucunda değişik kanserler ortaya çıkıyor.
  • İdam gazı(hidrojen siyanid), Çakmak gazı (Bütan), Ojemizi temizlediğimiz Aseton,
  • Cinayetler için kullanılan Arsenik, Sinek öldürücüleri Arı sokunca kullandığımız Amonyak, kalsiyum karbonat) vb. maddeler.
  • Mumyalayan Formalin, Formik asit, Güve öldüren Naftalin, Roket yakıtı Metanol, Toluen, Radon, Sitrik asit-limon kabuğu-Askorbik asit, Nane yağı, Sedir yağı, karamel yağı,  Zeytinyağı, Badem yağı, Zencefil, Kişniş, Vanilya, Safran, Portakal kabuğu özü, havuç özü, Tarçın aroması, Mentol, Çaydaki maddeler, Kahvedeki maddeler, Kakao, Tuz, Şeker, Kabartma tozu(Tuvaletleri temizlediğimiz Sülfürik asit, Sirke kokulu asetik asit ve de Nikotin.
  •   Nikotin; Esrar,  Marihuana gibi tehlikelidir. Bağımlılık yapar. Bu bilgilerden sonra kararı içenlere / içmeyenlere bırakıyoruz…
Sağlıklı ve dingin bir yaşam dileği ile...
                                                  
  *  Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ve de Toplum Hekimi Uzmanı

   Türk Kalp Vakfı Yeni Yüz Yıl Üniversitesi Öğretim Üyesi







10 Temmuz 2014 Perşembe

ÇOCUK KALDIM HEP

Yıldız Tümerdem
Çocuk Kaldım Hep

Karıncalarla paylaştım
Benim olan yaşam günlerimi
Dur durak bilmeyen
Çalışma sevincimle
   
 Kucak açtım sığırcıklara
 Serçelere, güvercinlere
 Sımsıcak, güçlü ellerimle

Sevda kokulu türküler söyledim
Duygu yüklü
 Çocuk kalmış yüreğimle
Anadolumun
Sıralanmış dağlarından 
Uçsuz bucaksız
Yemyeşil ovalarından
Yankılansın diye

El salladım ayrılıklarda
Dostlarım leyleklere
Göç yollarından dönerken
Hüznün gizlendiği sevgiyle               

Seslendim arkalarından  
Ön baharlarda dönün  
Bekleyeceğim özlemle
Paylaştım
Bilinmeyen yalnızlığı
Eylül akşamlarında, hüzünle
 
Güneşin son ışıklarında
Alevlenmiş aşkları gizleyen
Pembe, beyaz bulutlarla
Kucaklaştım
Sessizce... Sessizce

*Esin Kaynağım; Günlüğüm-15 Ağustos-Leyleklerin dönüşü- Bayramoğlu

UMUDUN KANATLARI ALTINDA

Yıldız Tümerdem
  Umudun Kanatları Altında


         Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Nutuk’u hazırlarken, çocukluk ve gençlik yıllarında öğrendiği eski Türkçe ile notlar almıştır. Yılların alışkanlığıdır elbette… Ama eserini o günün Türkçe’ si ile değerlendirmiştir… Her zaman olduğu gibi, konuşmalarını o günün sözcükleri ile Türkçe yapmıştır… Cumhuriyetimizin ilanından sonra topraklarımızda kullanılması yasal olarak kabul edilen dil, Ana dilimiz, Ana-Ata Toprağımızın Dili Türkçedir… Bizim dilimizdir Türkçe… Atalarımızın, Özümüzün Dilidir… Atamızın, her sözcüğünü dikkatli bir biçimde düşünerek kurduğu tümcelerden oluşan bu değerli yapıtını, 15- 20 Ekim 1927 tarihleri arasında 6 gün süre ile Büyük Millet Meclisinde okuyarak, irdeleme ortamında bir karar almıştır. Nutuk’un son bölümünü Ulusal Birliği koruyacak olan gençliğe, Türk Gençliğine armağan etmiştir. Bu çok değerli bir bırakıttır. 87 yıldır okundukça değeri artan bir bırakıt... Nutuk’un son bölümünde Büyük Millet Meclisinde, o günün Türkçe’si ile; “Muhterem Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı beyanatım, en nihayet, mazi olmuş bir devrin hikâyesidir. Bunda, milletim için ve müstakbel evlatlarımız için dikkat ve teyakkuzu davet edebilecek bazı noktalar tebarüz ettirebilmiş isem, kendimi bahtiyar addedeceğim… Bu gün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerin intibahı ve aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk gençliğine emanet ediyorum.”söylemi, gerçeğin tüm açıklığı ile anlatımı değildir de nedir?

        Evet! Böyle konuşmuştu Mustafa Kemal Atatürk Ana-Ata toprağımızın vazgeçilmez dili Türkçe ile konuşmuştu… Gençlik Söylevini de o günün Türkçe’si ile 20 Ekim 1927 tarihinde yapmıştı; “ Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, dâhili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklalini ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur.”

          On yılları geride bırakmış bizler, bu söylemi ancak, günümüzün Türkçesi ile anlayabiliyoruz… Öncümüz olan Atamız bu gün aramızda olsa idi, 87 yıl önce kullandığı sözcüklerden vazgeçer, bu günkü, bizim kullanmaya özen gösterdiğimiz Türkçemizi kullanırdı söyleminde… Hala genç kalmış, yılların eskitemediği, Atamızın ilkelerini ve devrimlerini her zaman savunan bizlere-gençlere şöyle seslenirdi;
“Ey Türk Gençliği; İlk Görevin; Türk Bağımsızlığını, Türk Cumhuriyet’ ini sonsuza dek korumak ve savunmaktır…Var oluşunun ve geleceğinin tek temeli budur.. Bu temel, senin en değerli kaynağındır… Gelecekte de, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyecek, iç ve dış kötüler olacaktır…  Bir gün, Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan, göreve koşmak için, içinde bulunacağın ortamın olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin… Bu Olanak ve Koşullar çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığını ve Cumhuriyeti’ni yok etmeyi amaçlayan düşmanlar, bütün dünyada eşi görülmemiş bir yenginin temsilcisi olabilirler… Zorla ya da yanıltarak, üstün tuttuğun yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine eylemli olarak girilmiş olabilir… Bütün bu koşullardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, ülke yönetiminde bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık ve de ihanet içinde bulunabilirler… Üstelik yönetim başında bulunanlar, kişisel çıkarlarını, ülkeye yayılan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler… Ulus, yoksulluk ve darlık içinde yıkık ve bitkin düşmüş olabilir…
Ey Türk geleceğinin genç kuşağı! İşte; bu ortam ve koşullarda bile görevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır… Gereksindiğin güç, damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır.

           23 Nisanlarda çocuklarımız için kutladığımız bayramları artık dünya çocuklarıyla birlikte kutluyoruz. Bizler; 19 Mayıslarda, 30 Ağustoslarda, 29 Ekimlerde Ulusal Birliğimizin / Özgürlüğümüzün / Laik Cumhuriyetimizin yitimsiz ve bitimsiz günlerini, aydın ve ilkeli insanlar olarak kutluyoruz, gururla ve de içtenlikle… Dünyanın hangi Ülkesinde, Çocuk ve Gençliğin bayramı kutlanır?” sorusunun “hiçbir yerde” olan yanıtı, Atamızın yüceliğini anlatmıyor mu? Bu yüceliği görmezden gelmek olası mı? Çocukluğumda ve gençlik yıllarımda, Türkçe konuşarak, yazarak, okuyarak büyüdüm ve geliştim… O yıllarda kelime, cümle, mesela vb. kullandıklarım, on yıllardır; sözcük, tümce, olasılık, örneğin olarak değiştirdim… Çünkü dilimi zaman içinde, okudukça, yazdıkça daha iyi öğrendim… Değiştim ama gelişerek değiştim… On yıllardır, Kutsal Anadolu topraklarımızı, bir uçtan ötekine, hekim ve eğitici olarak dolaştığımda, gözlemlediğim görüntüler ve dinlediğim konuşmalardan mutsuz oluyorum, içim yanıyor… Dilim / Kutsal Anadolu Topraklarımız ve bu topraklarda özgürlüğü avuçlarının içinde doğmuş /büyümüş ve de doğacak / büyüyecek olanların, gelecekleri için / geleceğimiz için kahroluyorum… Evreni var eden büyük güce sığınıyorum umudun kanatları altında, her zaman olduğu gibi… 

YİTİMSİZ ÇOCUKLUK GÜNLERİ

Yıldız Tümerdem

Yitimsiz Çocukluk Günleri

 “Geçmişini unutanların
Mutlu geleceği olamaz.”


Çocukluğum Başkentin, şirin bir semti olan Hacettepe’de geçti. Evimizin karşısında, yemyeşil, rengârenk çiçeklerle bezeli, içinde büyüklü küçüklü havuzların ve su kanalların bulunduğu güzelden öte güzel bir park vardı. Mahallemizin havası kadar çeşmelerinden akan suları da tertemizdi. Avuçlarımıza doldurduğumuz suyu korkusuzca içer, yüzümüzü yıkar, birbirimizle “su serpme oyunu oynardık. Neşeli kahkahalarımız, gök kuşaklı su damlacıkları ile yayılırdı çevremize. Yerlerde çöp göremezdiniz. Sokaklarımızdaki çöp tenekelerimiz, bir sanatçının fırçasından çıkmış gibiydi. Tertemizdi evlerimizin önleri. Herkes kendi evinin önünü kendi süpürür, kendi temizlerdi. Çocuklar sokağa tükürmez, çöp atmazdı. Sigara izmaritleri dans etmezdi kaldırımlarda. Çöp ve sigara kokusu yayılmazdı çevreye. Tek sözcükle; sokaklarımız ve mahallemiz tertemizdi, yüreğimiz, beynimiz, ilkelerimiz gibi...

Annelerimizi, babalarımızı, komşularımızı, öğretmenlerimizi, hekimlerimizi, hemşirelerimizi, ebelerimizi çağdaş giysiler içinde görürdük. Anadolu kadının töresel giysisinin dışında, farklı bir giyim kuşama rastlanmazdı, sokaklarımızda. İlkokullu yıllarımızda erkek arkadaşlarımızla birlikte gidip gelirdik okulumuza. Oyunlarımızı da birlikte oynardık okul bahçelerimizde, sokaklarımızda. Suyumuzu sokak çeşmelerimizden doldururduk. Evlerimiz güle oynaya taşırdık testilerimizi. Testilerimiz pişmiş topraktandı. Çok hoşumuza giderdi sutaşıma görevini üstlenmek. Gururlanırdık yardım ettiğimiz için annelerimize, ailelerimize. Naylon, plastik nedir bilmezdik. Sazlardan yapılmış sepetlerle, naylon olmayan filelerle, bezde torbalarla giderdik çarşıya pazara. Sütçü, yoğurtçu, bozacı kapımızın önünden geçerdi, unutamadığımız şarkılı söylemleri ile ürünlerini tanıtırlardı, keyifle. Domates biber patlıcan, patates, soğan, sarımsak, kavun karpuz vb. sebze ve meyveler, evimizin kapısına kadar gelirdi el arabaları ile. Evlerimizin bahçelerinde tahtadan yapılmış tavuk kümeslerimiz vardı. Sabahları gün doğarken, horozlarımızın öterek bizi uyandırmalarını heyecanla beklerdik. Sıcacık, taptaze yumurtaları folluktan kendimiz alırdık. Horozların, tavukların yanı sıra hindiler, kazlar, ördekler de dolaşırdı sokaklarımızın aralarında. Onları kovalarken çok ama çok eğlenirdik. Hayvanlara taş atmaz, eziyet etmezdik. Oyuncak bebeklerimizi, tel arabalarımızı, kızaklarımızı bile kendimiz yapardık… Seksek oynardık, çember çevirirdik arkadaşlarımızla. Bütün bunlar çağdaş yaşamın vazgeçilmezleriydi. Bizi biz yapan doğru alışkanlıklarımızdı…

Kapılarımızın önünde kitap okurduk arkadaşlarımızla birlikte. Kitaplarımızı, Halk Evleri Kütüphanelerinden, bize özgü kartlarımızla ücretsiz alır, günü geldiğinde de geri götürürdük. Hikâye ve roman okuma ve okuduklarımızı birbirimizle paylaşma tutkumuz o günlerde başlamıştı. Paranın değerini bilirdik. Savurgan değildik. Yerli Malı Haftalarımızı kutlardık. Sümerbank’tan alınırdı giysilerimizin kumaşları. Evlerde dikilirdi, Singer Marka dikiş makineleri ile. Mustafa Kemal Atatürk’ün İş Bankası kumbaralarımız vardı. Harçlıklarımızdan arta kalanları kumbaralarımızda biriktirirdik. Kumbaralarımıza para atmak için yarışırdık kardeşlerimizle, arkadaşlarımızla…

Çoğumuzun anne ve babaları devlet memuru idi. Ya öğretmen ya subay ya hâkim ya da mimar-mühendistiler. Ne özel arabalarımız vardı ne de bizim olan evlerimiz. Kiralık evlerde oturuyorduk. Evlerimiz iki katlı, bahçe içinde, ahşap ve taştandı. Soba ile ısınırdık kış boyunca. Kışın odalarımızın kapılarına rengârenk desenli, el dokuması kilimler asardık sıcaklık dışarı çıkmasın, fazla kömür yakmayalım diye. Soba borularımızı sıklıkla temizlerdik. Gaz ocaklarında, maltızlarda, töresel kuzinelerde pişerdi yemeklerimiz. Komşularımızın bahçelerinde toprak fırınlar vardı. Annelerimiz börek, kurabiye yaptığında, ya ekmek üreten fırınlara götürülürdü pişirilmesi için, ya da komşularımızın toprak fırınlarına. Komşuların birbirlerine destek olması, insancıl davranışların görülmeye değer bir örneği idi. Köz ateşli mangallarda kahve cezveli ve çaydanlıklı sohbetler olurdu misafir odalarımızda, sofalarımızda. Mutfaklarımızda buzdolapları yoktu. Tel dolaplarımızda saklanırdı yiyeceklerimiz. Taze tüketirdik yiyeceklerimizi. Ellerimizle toplardık sebzelerimizi, meyvelerimizi yakınımızdaki bahçelerden, bağlardan. Çamaşırlarımız elde yıkanırdı. Bahçelerimizde, balkonlarımızda, iplere asılarak kurutulurdu. Kışın buz tutan çamaşırları seyrederkenki mutluluk anlatılmaz, yaşanır. Dışardan görülmemesi için iç çamaşırlarımızı çarşaflarımızın, yastık kılıflarımızın arkasına asardık…

Tek tuşlu radyolarımız vardı bizi eğlendiren, bilgilendiren. Öyküler dinleyerek büyüdük, geliştik, değiştik. Ankara Radyosu, Çocuk Saatlerinde, çocuk şarkıları öğretirdi. Şimdilerde, çocukluğumuzda dinlediğimiz öyküleri, şarkıları, çocuklarımız ve torunlarımıza öğretirken, o günlere dönmenin buruk mutluluğunu anı ve öykülerimizin eşliğinde yeniden yaşıyoruz, yenicesine. Pikaplarımız, Gramofonlarımız, Sahibinin Sesi yazılı minik plaklarımızdan, değişik makamlarda, Klasik Türk Musikisi dinleyerek büyüdüğümüz günlere dönebilmemiz olası değil, kuşkusuz. Ama anılarımızın en güzel köşelerinde duruyorlar taptaze ve de dipdiri… O günlerimizi anımsadıkça da mutlu oluyoruz…

Yaz tatilimizi, çoğumuz, sokaklarımızda arkadaşlarımızla güle oynaya geçirirdik. Kavga etmeyi bilmezdik. Birbirimize kötülük yapmayı öğretmemişlerdi. Kıskanç değildik, paylaşımcıydık. İnançlıydık. Aydınlık Gelecek için umutluyduk. Mustafa Kemal Atatürk İlke-Devrimleri ile yetiştirildik. “Türküm doğruyum, çalışkanım. Yasam; büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumaktır. Varlığım Türk varlığına armağan olsun biz Cumhuriyet çocuklarının yaşam sloganı idi. Her sabah o sözlerle başlardık derslerimize, gururla, heyecanla. Öyle güzel ve özel günlerdi ki o günler, her anımsayışımda yeniden, yenicesine yaşıyorum o günleri, çocukluğuma geri dönmüşçesine…

Çok şanslıydık. Çağdaş eğitim yöntemi ile eğitildik. Beyinlerimizi kirli ve pis kokulu sularla yıkamayan, bizleri karanlığa yönlendirmeyen bir okul yaşantımız vardı. Eğitim sistemimiz; geleceğe aydınlık kapılar açan bir eğitim sistemiydi, başka hiçbir ülkede o güne kadar başlatılmamış olan bir yöntem uygulanıyordu. Bizleri bu günkü biz yapan bir eğitim oldu. Dünyada hiçbir çocuğun bayramı yokken, bizim 23 Nisan Çocuk Bayramımız vardı. Hiçbir ülkede gençlerin bayramı yokken 19 Mayıslarda gençlerimiz ellerinde Ay-Yıldızlı Al Bayrakları ile Başkent Ankara’nın tören yerlerinde, yollarında, başları dik yürürlerdi. Onları seyrederken gururla, sevgiyle, coşkuyla alkışlardık. Ulusal Marşlarımızı söylerken de geleceğe umutla bakıyorduk. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK ve yol arkadaşları; Kırmızı Erk koltuklarını, Laik Cumhuriyetimizi, Kutsal Anadolu Topraklarını bizlere, o günün ilkeli, aydınlık beyinli, dürüst, yürekli ve öz güvenli gençlerine bırakmışlardı. Hiçbir ayırım gözetmeden, özellikle de kadın ve erkek ayırımı gözetmeden alınmıştı tüm bu kararlar…
                                               
  


İşte o günlerde, ilkbaharlarda coşku ile çiçeklenirdi yüreğimiz, kuş sesleri ile neşelenirdik. Mart ayının başlarında, evlerimizin bacalarındaki yuvalarına dönerlerdi, ilkbaharın müjdecisi leylekler… Çocuklar kadar büyükler de mutlu olurlardı onların gelişlerinde. Doğa dostuydu insanımız. Doğa ile iç içe yaşamayı seviyordu. Şimdilerde, bu anlatılanlar bir masal besbelli.  Ne leylekler yuva yapıyor bacalarımıza, ne de beyaz bulutlu mavi göklerimizde görüyoruz onları. Yeşil yalnızca Türkçe sözlüklerimizde tanımlanıyor. Boya Kalemi kutularımızda, suluboyalarımızın içinde, gün ışığına doğayı imgeleyen bir renk olarak çıkmayı bekliyor, doğanın simgesi olan mavi ile sarının karışımı olan yeşil rengi…Kırdan Kente göçeden bizler, yalnızca eğitilmiş bir papağan gibi, garip bir yaşamı yineleyerek, evrenin tostoparlak bir parçası olarak, yaşıyoruz işte. Yaşamak denilirse buna.Evet! Yaşamak denilirse…