10 Temmuz 2014 Perşembe

YİTİMSİZ ÇOCUKLUK GÜNLERİ

Yıldız Tümerdem

Yitimsiz Çocukluk Günleri

 “Geçmişini unutanların
Mutlu geleceği olamaz.”


Çocukluğum Başkentin, şirin bir semti olan Hacettepe’de geçti. Evimizin karşısında, yemyeşil, rengârenk çiçeklerle bezeli, içinde büyüklü küçüklü havuzların ve su kanalların bulunduğu güzelden öte güzel bir park vardı. Mahallemizin havası kadar çeşmelerinden akan suları da tertemizdi. Avuçlarımıza doldurduğumuz suyu korkusuzca içer, yüzümüzü yıkar, birbirimizle “su serpme oyunu oynardık. Neşeli kahkahalarımız, gök kuşaklı su damlacıkları ile yayılırdı çevremize. Yerlerde çöp göremezdiniz. Sokaklarımızdaki çöp tenekelerimiz, bir sanatçının fırçasından çıkmış gibiydi. Tertemizdi evlerimizin önleri. Herkes kendi evinin önünü kendi süpürür, kendi temizlerdi. Çocuklar sokağa tükürmez, çöp atmazdı. Sigara izmaritleri dans etmezdi kaldırımlarda. Çöp ve sigara kokusu yayılmazdı çevreye. Tek sözcükle; sokaklarımız ve mahallemiz tertemizdi, yüreğimiz, beynimiz, ilkelerimiz gibi...

Annelerimizi, babalarımızı, komşularımızı, öğretmenlerimizi, hekimlerimizi, hemşirelerimizi, ebelerimizi çağdaş giysiler içinde görürdük. Anadolu kadının töresel giysisinin dışında, farklı bir giyim kuşama rastlanmazdı, sokaklarımızda. İlkokullu yıllarımızda erkek arkadaşlarımızla birlikte gidip gelirdik okulumuza. Oyunlarımızı da birlikte oynardık okul bahçelerimizde, sokaklarımızda. Suyumuzu sokak çeşmelerimizden doldururduk. Evlerimiz güle oynaya taşırdık testilerimizi. Testilerimiz pişmiş topraktandı. Çok hoşumuza giderdi sutaşıma görevini üstlenmek. Gururlanırdık yardım ettiğimiz için annelerimize, ailelerimize. Naylon, plastik nedir bilmezdik. Sazlardan yapılmış sepetlerle, naylon olmayan filelerle, bezde torbalarla giderdik çarşıya pazara. Sütçü, yoğurtçu, bozacı kapımızın önünden geçerdi, unutamadığımız şarkılı söylemleri ile ürünlerini tanıtırlardı, keyifle. Domates biber patlıcan, patates, soğan, sarımsak, kavun karpuz vb. sebze ve meyveler, evimizin kapısına kadar gelirdi el arabaları ile. Evlerimizin bahçelerinde tahtadan yapılmış tavuk kümeslerimiz vardı. Sabahları gün doğarken, horozlarımızın öterek bizi uyandırmalarını heyecanla beklerdik. Sıcacık, taptaze yumurtaları folluktan kendimiz alırdık. Horozların, tavukların yanı sıra hindiler, kazlar, ördekler de dolaşırdı sokaklarımızın aralarında. Onları kovalarken çok ama çok eğlenirdik. Hayvanlara taş atmaz, eziyet etmezdik. Oyuncak bebeklerimizi, tel arabalarımızı, kızaklarımızı bile kendimiz yapardık… Seksek oynardık, çember çevirirdik arkadaşlarımızla. Bütün bunlar çağdaş yaşamın vazgeçilmezleriydi. Bizi biz yapan doğru alışkanlıklarımızdı…

Kapılarımızın önünde kitap okurduk arkadaşlarımızla birlikte. Kitaplarımızı, Halk Evleri Kütüphanelerinden, bize özgü kartlarımızla ücretsiz alır, günü geldiğinde de geri götürürdük. Hikâye ve roman okuma ve okuduklarımızı birbirimizle paylaşma tutkumuz o günlerde başlamıştı. Paranın değerini bilirdik. Savurgan değildik. Yerli Malı Haftalarımızı kutlardık. Sümerbank’tan alınırdı giysilerimizin kumaşları. Evlerde dikilirdi, Singer Marka dikiş makineleri ile. Mustafa Kemal Atatürk’ün İş Bankası kumbaralarımız vardı. Harçlıklarımızdan arta kalanları kumbaralarımızda biriktirirdik. Kumbaralarımıza para atmak için yarışırdık kardeşlerimizle, arkadaşlarımızla…

Çoğumuzun anne ve babaları devlet memuru idi. Ya öğretmen ya subay ya hâkim ya da mimar-mühendistiler. Ne özel arabalarımız vardı ne de bizim olan evlerimiz. Kiralık evlerde oturuyorduk. Evlerimiz iki katlı, bahçe içinde, ahşap ve taştandı. Soba ile ısınırdık kış boyunca. Kışın odalarımızın kapılarına rengârenk desenli, el dokuması kilimler asardık sıcaklık dışarı çıkmasın, fazla kömür yakmayalım diye. Soba borularımızı sıklıkla temizlerdik. Gaz ocaklarında, maltızlarda, töresel kuzinelerde pişerdi yemeklerimiz. Komşularımızın bahçelerinde toprak fırınlar vardı. Annelerimiz börek, kurabiye yaptığında, ya ekmek üreten fırınlara götürülürdü pişirilmesi için, ya da komşularımızın toprak fırınlarına. Komşuların birbirlerine destek olması, insancıl davranışların görülmeye değer bir örneği idi. Köz ateşli mangallarda kahve cezveli ve çaydanlıklı sohbetler olurdu misafir odalarımızda, sofalarımızda. Mutfaklarımızda buzdolapları yoktu. Tel dolaplarımızda saklanırdı yiyeceklerimiz. Taze tüketirdik yiyeceklerimizi. Ellerimizle toplardık sebzelerimizi, meyvelerimizi yakınımızdaki bahçelerden, bağlardan. Çamaşırlarımız elde yıkanırdı. Bahçelerimizde, balkonlarımızda, iplere asılarak kurutulurdu. Kışın buz tutan çamaşırları seyrederkenki mutluluk anlatılmaz, yaşanır. Dışardan görülmemesi için iç çamaşırlarımızı çarşaflarımızın, yastık kılıflarımızın arkasına asardık…

Tek tuşlu radyolarımız vardı bizi eğlendiren, bilgilendiren. Öyküler dinleyerek büyüdük, geliştik, değiştik. Ankara Radyosu, Çocuk Saatlerinde, çocuk şarkıları öğretirdi. Şimdilerde, çocukluğumuzda dinlediğimiz öyküleri, şarkıları, çocuklarımız ve torunlarımıza öğretirken, o günlere dönmenin buruk mutluluğunu anı ve öykülerimizin eşliğinde yeniden yaşıyoruz, yenicesine. Pikaplarımız, Gramofonlarımız, Sahibinin Sesi yazılı minik plaklarımızdan, değişik makamlarda, Klasik Türk Musikisi dinleyerek büyüdüğümüz günlere dönebilmemiz olası değil, kuşkusuz. Ama anılarımızın en güzel köşelerinde duruyorlar taptaze ve de dipdiri… O günlerimizi anımsadıkça da mutlu oluyoruz…

Yaz tatilimizi, çoğumuz, sokaklarımızda arkadaşlarımızla güle oynaya geçirirdik. Kavga etmeyi bilmezdik. Birbirimize kötülük yapmayı öğretmemişlerdi. Kıskanç değildik, paylaşımcıydık. İnançlıydık. Aydınlık Gelecek için umutluyduk. Mustafa Kemal Atatürk İlke-Devrimleri ile yetiştirildik. “Türküm doğruyum, çalışkanım. Yasam; büyüklerimi saymak, küçüklerimi korumaktır. Varlığım Türk varlığına armağan olsun biz Cumhuriyet çocuklarının yaşam sloganı idi. Her sabah o sözlerle başlardık derslerimize, gururla, heyecanla. Öyle güzel ve özel günlerdi ki o günler, her anımsayışımda yeniden, yenicesine yaşıyorum o günleri, çocukluğuma geri dönmüşçesine…

Çok şanslıydık. Çağdaş eğitim yöntemi ile eğitildik. Beyinlerimizi kirli ve pis kokulu sularla yıkamayan, bizleri karanlığa yönlendirmeyen bir okul yaşantımız vardı. Eğitim sistemimiz; geleceğe aydınlık kapılar açan bir eğitim sistemiydi, başka hiçbir ülkede o güne kadar başlatılmamış olan bir yöntem uygulanıyordu. Bizleri bu günkü biz yapan bir eğitim oldu. Dünyada hiçbir çocuğun bayramı yokken, bizim 23 Nisan Çocuk Bayramımız vardı. Hiçbir ülkede gençlerin bayramı yokken 19 Mayıslarda gençlerimiz ellerinde Ay-Yıldızlı Al Bayrakları ile Başkent Ankara’nın tören yerlerinde, yollarında, başları dik yürürlerdi. Onları seyrederken gururla, sevgiyle, coşkuyla alkışlardık. Ulusal Marşlarımızı söylerken de geleceğe umutla bakıyorduk. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK ve yol arkadaşları; Kırmızı Erk koltuklarını, Laik Cumhuriyetimizi, Kutsal Anadolu Topraklarını bizlere, o günün ilkeli, aydınlık beyinli, dürüst, yürekli ve öz güvenli gençlerine bırakmışlardı. Hiçbir ayırım gözetmeden, özellikle de kadın ve erkek ayırımı gözetmeden alınmıştı tüm bu kararlar…
                                               
  


İşte o günlerde, ilkbaharlarda coşku ile çiçeklenirdi yüreğimiz, kuş sesleri ile neşelenirdik. Mart ayının başlarında, evlerimizin bacalarındaki yuvalarına dönerlerdi, ilkbaharın müjdecisi leylekler… Çocuklar kadar büyükler de mutlu olurlardı onların gelişlerinde. Doğa dostuydu insanımız. Doğa ile iç içe yaşamayı seviyordu. Şimdilerde, bu anlatılanlar bir masal besbelli.  Ne leylekler yuva yapıyor bacalarımıza, ne de beyaz bulutlu mavi göklerimizde görüyoruz onları. Yeşil yalnızca Türkçe sözlüklerimizde tanımlanıyor. Boya Kalemi kutularımızda, suluboyalarımızın içinde, gün ışığına doğayı imgeleyen bir renk olarak çıkmayı bekliyor, doğanın simgesi olan mavi ile sarının karışımı olan yeşil rengi…Kırdan Kente göçeden bizler, yalnızca eğitilmiş bir papağan gibi, garip bir yaşamı yineleyerek, evrenin tostoparlak bir parçası olarak, yaşıyoruz işte. Yaşamak denilirse buna.Evet! Yaşamak denilirse…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder