Yıldız Tümerdem
İnsanlar Vardır
İnsanlar vardır, düşle karışık sevdalarını doludizgin yaşarlar, aşklarını
saman yolundaki yıldızlara gülerek anlatırlar… Ekmeklerine emeklerini,
emeklerine sevgilerini ustaca katarlar... Doğru bilgilerini ayırımsız paylaşırlar..
Gündüz güneş olur ışırlar, gece yıldız olur parlarlar… İşte onlar dingin yaşamı
yakalarlar, bilgece davranırlar, insanca yaşarlar ve de yaşatırlar… Bu duygu ve
düşünce, pek çoğumuzun yaptığı ya da yapmayı düşündüğü yaşam evrenimizin belki
de üzerinde durulmadan geçiştirilen, yazıya dökülmeyen bir yaşamsal kesiti
değil mi?
İnsanlar vardır, kendilerini Tanrı sanırlar… Kasıldıkça kasılırlar,
küçük dağları yarattıklarını sanırlar… Dostluk, arkadaşlık, iyilik, doğruluk
sözcükleri yoktur sözlüklerinde… Güzellikleri paylaşmayı bilmezler ve de güzel
düşünemezler… “Nalıncı keseri” gibi
her şeyi kendilerine yontarlar… Acımasızdırlar… Dost görünüşlerinin altında
yatan gerçekleri anlamakta çoğu kez geç kalırız… Bu ve benzeri insanlar için; “Keşke seni tanımasaydık” deriz kendi kendimize…
Kimseye belli etmeyiz bu duygu ve düşüncelerimizi, utandığımız için…Fırlatıp
çok uzaklara atmamız gereken pis kokulu, niteliksiz davranışları ve o
davranışların yitimsiz kahramanlarını! ayakta alkışlayarak teşekkür mü edelim, bize
çevremizi çok daha iyi görmemizde destek oldukları, yol gösterdikleri için? ”
sorusunu sorarız kendimize, bazı zamanlarda… Zor da olsa bu soruyu yanıtlamakta
ikilem yaşarız…
Kanımca; bu ve benzer soruları
sormak kadar yanıtlamak da çok zor, hatta olanaksız gibi…
Yıllarca sessiz kalan gözlemlerimizin sonucunda yakalayabildiğimiz pis
kokulu konuşmalar, dostluktan uzak gerçek olmayan gülümseyişler, sırıtkanlıklar,
el etek öpen niteliksiz davranışlar bir gün gelir günlüğümüzden gün ışığına
çıkabilir… Tertemiz kalemimiz ve bembeyaz çizgili defterimiz hüzünle titrer
bütün bunları aralarında paylaşırken… Tanımladığımız bu insanlarla, bize / topluma
yarar yerine zarar veren, kendilerini Tanrı sanan bu insanlarla ilgili
düşüncelerimizi yazmamızın gerekli olduğunu da düşünürüz… Bu insanlar,
yazılarımız için esin kaynağımız oldukları için, kendilerini “mitolojik kahraman” olarak da görebilirler…
Daha da kasılabilirler; “Ben olmasam sen bunları yazabilir miydin” diyerekten…“Onlara
bu şansı versek mi?” diye de düşünmekten kendimizi alamadığımız günler/ saatler
bile olur…
Zor olsa da böyle düşünmekten
kendimizi alamayız, özellikle de haksızlıklarla karşılaştığımızda, kendimize
kızgın olduğumuz zamanlarda…
İyi ki ölümsüz yazar Ramha “ Üçüncü Göz “ yapıtında da anlattığı Üçüncü Gözümüzle/ İç gözümüzle algılayabilmişiz / tanıyabilmişiz çevremizde dolaşan,
bizi yönetmeye çalışan, böyle düşünen ve de davrananları… Onların maskelerinin
ardındaki gerçek yüzlerini gördükten, kokuşmuş ruhları için her gün sürdükleri insanların
dışkılarından hazırlanmış( Suskin’in
Koku isimli yapıtı) Fransız parfümleri ile pis kokularını baskılamak için ellerinden
ne geliyorsa yaptıklarını gözlemledikten sonra iki gözlerinin bile olmadığını
anlayabiliyoruz yazık ki… Onların ve onlara benzeyenlerin, at gözlüğü takmaya
bile gereksinimlerinin olamadığını da görüyoruz… Çünkü kördür onlar, toplumsal,
evrensel kördürler. İnsanda var olması gereken görme yetisinden yoksun bir
körlüktür bu, asla da düzelmez… En becerikli ve de donanımlı göz hekimleri bile
yardım edemez onlara… Genlerindeki ikili sarmallı DNA’larının özünde bozukluk var çünkü… Çevre koşulları, bu
bozukluğu bir süre baskılar… Çevresindekiler algılayamaz bu körlüğü… Ama bir
gün, kırmızı bir koltuğa oturma fırsatını yakaladıklarında, insanları yönetme
yetkilerini ellerine geçirdiklerinde, var olan bozuk genleri ateşlenir,
körlükleri hiç ama hiç düzelemez… Ellerindeki değneklerle yürümeyi denerler,
yürüyemezler, yere çakılırlar…
Evet, yere çakılırlar… Yerden
kalkamazlar…
Çıkarcılığın, duyarsızlığın, umarsızlığın kirlettiği kanlarını taşıyan yozlaşmış,
bozulmuş temizlikten yoksun kalmış kan damarlarının yeterince besleyemediği bir
göz dibi anatomisi ve fizyolojisi olan görme organından başkaca ne
bekleyebiliriz ki… Üstüne üstlük beyin ve de kalplerindeki hücreler de benzer
şanssızlıkla bozuk yaratılmış olabilir… Çevrelerini, bizler gibi, gerçek
aydınlar, dürüst, çağdaş insanlar gibi düşünebilir, algılayabilir, görebilir,
duyumsayabilirler mi?
Her zaman olduğu gibi bizi var eden Büyük
Güce / Yaratana, başımızı beyaz bulutların süslediği masmavi, ucu bucağı
görülmeyen okyanusları anımsatan gökyüzüne doğru çevirerek; görmeyi öğrenememiş
gözlerle, kirli kanın dolaştığı bir kalp ve kokuşmuş bir beyinle var etmediği
için teşekkür etmenin erdemini yakalayarak, sessizce yaşam yolumuzda yürümeyi
sürdürüyoruz…Sürdüreceğiz de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder