Bir avuç toprağa gömüldüler
kıvrımlı, dar yollarda
solurken
solunmaz havayı
soluk ışıklı
fenerlerin gölgesinde
karanlık yaşamlarda
ekmeklerini didikleyerek
arayanlar
siyah
ter tanecikli yüzlerde
ölüm
soğuk çizgili
hani doğduklarında
ışıklı bir odada
açmışlardı gözlerini
çığlık çığlığa
umutlu kollarda
kırmızı kurdele
bağlanmıştı analarının
ak düşmemiş
ışıkla taranmış saçlarına
hani aşılanmışlardı
vereme, kazıklı hummaya
boğmacaya, kızamığa karşı
kliklerinde
arı
sütleriydi analarının
şimdi onlara
avut yakan, acı yürekli
analarının
bayramlık giysileri
renk renkti
biçim biçimdi
gülüşleri korkusuzdu
çocukluk günlerinde
gururla şişirdikleri
balonlarının solukları
toprak altındaydı
şimdi
tansiyonsuz, şekersiz
kolesterolsüz yaşamları
tükenmişti
toprakla örtülerek
apansız
hani güzeldi
değerliydi yaşam
insan için
tanrı armağanıydı
uzun soluklu yaşam
oysa
siyah elmasın gölgesinde
yenik düştü ölüme
maden işçisi
değerini yitirdi her şey
ama her şey
yok oldu tüm umutlar
siyahın acımasız gölgesinde
düşünmeye bile fırsat bulamadan...
Bölge kadınlarının boyunlarında, portakal büyüklüğünde, patates yumrularına benzeyen kitleler, rengarenk oyalarla bezenmiş desenli örtülerin altında saklıydı, ancak muayene sırasında ortaya çıkıyordu. Sağaltım olmazsa, günden güne artan, ciddi yakınmalar ve kanser oluşabiliyordu. Kadınlar, döl verme yetilerini kaybedebiliyorlardı. Gözler dışarı fırlayabiliyordu. Kuşkusuz, alın yazısı değildi bütün bunlar ama nedense, bu kocaman kitlelerle yaşamayı sürdürüyordu, başları töresel örtülü, yöre kadınları. Nasılsa renkli örtüler gizliyordu onların bu sırlarını. Gözlerinde ve sözlerinde bu çaresiz ve sessiz çığlığı duyabiliyordum kadın hekim olarak.
Hekimlik çalışmalarım sırasında hizmet verdiğim yerleri gezip, görmek alışkanlık haline gelmişti. Yıllardan beri toplumların kültürel ve töresel davranışlarını öğrenme isteğimden vazgeçmemekle doğru yaptığıma da inanıyorum. Çalışmamıza başlamadan önce bölge ile ilgili yazılı belgeleri topladım. Öncelikle bölgenin jeomorfolojik yapısını, iklimini ve törelerini araştırdım. Öğretmen- Yazar Rıfat ILGAZ’ın Cideli olduğunu biliyordum. Otobüs ile yaptığım yaklaşık 10 saat süren yolculuğum sırasında, yazarın Sarı Yazmalı Kadın romanını ve de yaşam öyküsünü okudum. Cide’ye ulaştığımızda, Onun düşünsel ve ilkesel çizgisinde olan bazı öğretmenlerle birlikte Ilgaz’ın tutuklandığını söyledikleri zaman çok üzüldük. Asistanlarımla birlikte, tanışmak için sabırsızlanıyorduk oysa…
Mayıs’ın sonlarında başlayan çalışmamız gece gündüz çalışmak koşuluyla, Haziran boyunca sürdü. Doğa harikaydı o aylarda, hem dostlarım leylekler de gelmişti. Orman gülleri aşk şarkıları söylüyordu bal arılarına. Taylar, yeşil ovalarda, yavru ördekleri kovalıyordu. Töresel giysileri içinde kadınlar, kapı önlerinde çocukları ile güneşleniyor, yöresel renklerle desenli çoraplar örüyorlar, pazarlarda satıyorlardı. Dokudukları örtüler, başlarındaki değişik anlamları olan, renkli şapkalarına bir başka güzellik katıyordu. Bazı köylerde erkeklerin ellerinde şişler ve renkli iplikler gördüğümde şaşırmadım desem yalan olur. Onlarla sohbet ederken bile ellerindeki örgüleri bırakmıyorlardı. Başlamışlardı işte ve hoşlarına gitmişti örgü örmek…
Fotokare: Hasan KAPLAN
Bölgede taş kömür çıkıyordu. Ocaklar ilkeldi. Bir keresinde maden ocaklarından birine girmeyi düşündüm, asistanlarımla birlikte. Özel giysilerle tünelin kapısına kadar gittim, içeri girmeye çalıştım. Birden tünelin karanlık, kıvrımlı yolunun yıkıldığını düşledim, boğuluyorum zannettim, giremedim içeriye ve geri döndüm. Oysa cesur, gözünü daldan-budaktan sakınmayan biri olarak bilinirdim, hele karanlıktan hiç mi hiç korkmazdım. Yüksek tepelere tırmanmak, mağara kovuklarında yarasaları seyretmek benim sıradan davranışlarımdı. Ağaçların en uç dallarından erik toplar, kuş yuvalarında tüyleri yeni çıkmaya başlamış, uçamayan yavruları, anne kuş gelinceye kadar, seyrederdim. Ama şimdi giremedim kömür ocaklarına, soluyamadım o insanların çalıştığı yerlerdeki onurlu havayı. Onları karanlık dehlizlerde görmeye dayanamadım nedense. Oysa lise yıllarımda, J. CHRONIN’in Pembe Yıllar, Yeşil Yıllar, Şahika romanlarından etkilenmemiş miydim? Onun maden ocaklarındaki hekimliğini kıskanmamış mıydım? Onun gibi maden ocaklarında çalışan bir hekim olmayı, ardından üniversitede bilimsel çalışmalar yapmayı hayal etmemiş miydim? Nerelerdeydi o kurgusal yaşam sevincim?
Bir avuç toprağa gömüldüler / kıvrımlı, dar yollarda solurken havayı / soluk ışıklı fenerlerin gölgesinde / karanlık yaşamlarda/ ekmeklerini didikleyerek arayanlar / Siyah ter tanecikli yüzlerde / ölüm, soğuk çizgili…
Evet korkmuştum, ürkmüştüm, kaçmıştım, girememiştim kömür ocaklarına. Ellerime, yüzüme, gözlerimin içine kömür tozlarının bulaşmasına izin vermemiştim bencilce bir davranışla. Sonraları o bölgelerde akciğer hastalıkları ile ilgili bir araştırma yapmayı planladığımda; “o gün kaçtın ama bugün kaçamıyorsun bilimsel çalışmadan” diye düşünmeden edemedim. Hizmetsel-bilimsel yazgı bu demekti kanımca. Toprak altında çalışan işçilerde akciğerlere zarar veren hastalık-bozukluk aramıştım. Çok sayıda işçiye tetanos aşısını kendim yapmıştım ama yine ocaklara girememiştim bu çalışma süresince de. Bir gün bir gazetenin ilk sayfasında, yıllar önce giremediğim o kömür ocağının çöktüğü haberi ile sarsıldım... Akciğer filmlerini çektiğim, tetanos aşılarını yaptığım, birlikte çay içip, kahkahalı sohbetler ettiğim insanlar göçük altında kalmıştı. Kömür çıkardıkları kuyulara inemediğim için kendimle alay ederek güldürdüğüm, o insanları, dostlarımı kaybetmiştim. Toprak altında solukları tükenmişti. O gün ağlayamadım belki ama yıllar sonra, bugün, bu satırları yazdığım sayfalar ıslandı, nereden geldiğini bilemediğim damlalarla....
Hani doğduklarında / ışıklı bir odada/ açmışlardı gözlerini / çığlık, çığlığa / umutlu kollarda / kırmızı kurdele bağlanmıştı / analarının ak düşmemiş / ışıkla taranmış saçlarında / hani aşınmışlardı vereme, tetanosa, boğmacaya, kızamığa karşı / bebekliklerinde / ilk aşıları sütleri idi analarının / şimdi onlara ağıt yakan, acı yürekli analarının…
Alın yazısı değildi bu yaşanılanlar. Yazgıları bu olmamalıydı o güzel insanların. Çocuklar öksüz, eşler yalnız kalmamalıydı. Elimden ne gelebilirdi ki benim? İsyanımı sayfalara dökmekten başka ne yapabilirdim onlar için. Toplumsal sorumluluk duygusunun yetmediğini biliyordum, kırmızı koltukta oturup, yetkili olmadıktan sonra. Düşünmekle yetiniyordum olanları. Yaşıyor olduklarını hayal etme yolunu seçtim, adlarını bilemediğim, gülümseyen dudakları çevreleyen kömür tozu serpilmiş yüzlerini unutamadığım dostlarım için...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder