15 Mayıs 2014 Perşembe

SİYAH ELMASIN YASI (SOMA'DA ÖLEN KARDEŞLERİMİZİN ANISINA)


Siyah Elmasın Yası 


Bir avuç toprağa gömüldüler 

    kıvrımlı, dar yollarda 
solurken 
solunmaz havayı 

soluk ışıklı 
fenerlerin gölgesinde 
karanlık yaşamlarda 
ekmeklerini didikleyerek 
       arayanlar 

siyah 
ter tanecikli yüzlerde 
ölüm 
soğuk çizgili 

hani doğduklarında 
ışıklı bir odada 
açmışlardı gözlerini 
    çığlık çığlığa 
        umutlu kollarda 
kırmızı kurdele 
bağlanmıştı analarının 
    ak düşmemiş 
ışıkla taranmış saçlarına 

hani aşılanmışlardı 
vereme, kazıklı hummaya 
boğmacaya, kızamığa karşı 
    kliklerinde 

arı 
sütleriydi analarının 
    şimdi onlara 
avut yakan, acı yürekli 
    analarının 

bayramlık giysileri 
renk renkti 
biçim biçimdi 
gülüşleri korkusuzdu 
        çocukluk günlerinde 
gururla şişirdikleri 
        balonlarının solukları 
toprak altındaydı 
şimdi 

tansiyonsuz, şekersiz 
kolesterolsüz yaşamları 
tükenmişti 
toprakla örtülerek 
        apansız 

hani güzeldi 
değerliydi yaşam 
        insan için 
tanrı armağanıydı 
uzun soluklu yaşam 

oysa 
siyah elmasın gölgesinde 
    yenik düştü ölüme 
        maden işçisi 

değerini yitirdi her şey 
ama her şey 
yok oldu tüm umutlar 
        siyahın acımasız gölgesinde 

düşünmeye bile fırsat bulamadan...


Kastamonu ve çevre köylerinde evli ve çocuklu her yüz kadından yaklaşık otuzunda, boynumuzun önünde yer alan tiroit bezimizin çalışmasını olumsuz etkileyen guatr hastalığının olduğu biliniyordu. Bu konuda gazetelerde çıkan yazılarımın ardından, bu sorunun boyutlarını araştırmak için davet edilmiştim, Kastamonu Valiliğince. Bir ay süren ekip çalışmalarımız, sorunun boyutlarını ortaya çıkarmamız için yetmişti. Yeni doğmuş bebeklerde zeka ve büyüme geriliğine de neden olan bozukluk, bölgenin toprağında ve içme suyunda iyot denilen temel bir elementin noksanlığından kaynaklanıyordu. Bu bölge fay hattı üzerindeydi. Bu nedenle buralarda deprem riski yüksekti. Arada bir sallanmaya alışmışlardı. İyot noksanlığının yanı sıra, böbrek taşlarına neden olan yüksek miktarda kalsiyum elementi vardı toprakta ve suda. Dişlerde ve kemiklerde birikerek onlara zarar veren, dişleri geri dönüşümsüz kahverengine boyayan, diş minelerini harap eden, Flor elementinin yüksekliği de dikkat çekiyordu. Bilimsel çalışmalar, yararlı dozda iyot elementinin tuza katıldığı zaman sorunun çözümlendiğini kanıtlamıştı. Nitekim Sağlık Bakanlığı, yemeklik tuzlara uygun dozda iyot katılması doğru kararını bu ve benzer çalışmalardan yola çıkarak almıştı. Oluşturduğu komisyonlarda bizlerin de görüşlerini alıyordu. Son toplantı 1999 depremi öncesinde, haziran ayında Eskişehir’ de olmuştu. O yıl, Fay Hattının aktif olduğu konusunda bilgi de verilmişti.

Bölge kadınlarının boyunlarında, portakal büyüklüğünde, patates yumrularına benzeyen kitleler, rengarenk oyalarla bezenmiş desenli örtülerin altında saklıydı, ancak muayene sırasında ortaya çıkıyordu. Sağaltım olmazsa, günden güne artan, ciddi yakınmalar ve kanser oluşabiliyordu. Kadınlar, döl verme yetilerini kaybedebiliyorlardı. Gözler dışarı fırlayabiliyordu. Kuşkusuz, alın yazısı değildi bütün bunlar ama nedense, bu kocaman kitlelerle yaşamayı sürdürüyordu, başları töresel örtülü, yöre kadınları. Nasılsa renkli örtüler gizliyordu onların bu sırlarını. Gözlerinde ve sözlerinde bu çaresiz ve sessiz çığlığı duyabiliyordum kadın hekim olarak.

Hekimlik çalışmalarım sırasında hizmet verdiğim yerleri gezip, görmek alışkanlık haline gelmişti. Yıllardan beri toplumların kültürel ve töresel davranışlarını öğrenme isteğimden vazgeçmemekle doğru yaptığıma da inanıyorum. Çalışmamıza başlamadan önce bölge ile ilgili yazılı belgeleri topladım. Öncelikle bölgenin jeomorfolojik yapısını, iklimini ve törelerini araştırdım. Öğretmen- Yazar Rıfat ILGAZ’ın Cideli olduğunu biliyordum. Otobüs ile yaptığım yaklaşık 10 saat süren yolculuğum sırasında, yazarın Sarı Yazmalı Kadın romanını ve de yaşam öyküsünü okudum. Cide’ye ulaştığımızda, Onun düşünsel ve ilkesel çizgisinde olan bazı öğretmenlerle birlikte Ilgaz’ın tutuklandığını söyledikleri zaman çok üzüldük. Asistanlarımla birlikte, tanışmak için sabırsızlanıyorduk oysa…

Mayıs’ın sonlarında başlayan çalışmamız gece gündüz çalışmak koşuluyla, Haziran boyunca sürdü. Doğa harikaydı o aylarda, hem dostlarım leylekler de gelmişti. Orman gülleri aşk şarkıları söylüyordu bal arılarına. Taylar, yeşil ovalarda, yavru ördekleri kovalıyordu. Töresel giysileri içinde kadınlar, kapı önlerinde çocukları ile güneşleniyor, yöresel renklerle desenli çoraplar örüyorlar, pazarlarda satıyorlardı. Dokudukları örtüler, başlarındaki değişik anlamları olan, renkli şapkalarına bir başka güzellik katıyordu. Bazı köylerde erkeklerin ellerinde şişler ve renkli iplikler gördüğümde şaşırmadım desem yalan olur. Onlarla sohbet ederken bile ellerindeki örgüleri bırakmıyorlardı. Başlamışlardı işte ve hoşlarına gitmişti örgü örmek…



Fotokare: Hasan KAPLAN

Bölgede taş kömür çıkıyordu. Ocaklar ilkeldi. Bir keresinde maden ocaklarından birine girmeyi düşündüm, asistanlarımla birlikte. Özel giysilerle tünelin kapısına kadar gittim, içeri girmeye çalıştım. Birden tünelin karanlık, kıvrımlı yolunun yıkıldığını düşledim, boğuluyorum zannettim, giremedim içeriye ve geri döndüm. Oysa cesur, gözünü daldan-budaktan sakınmayan biri olarak bilinirdim, hele karanlıktan hiç mi hiç korkmazdım. Yüksek tepelere tırmanmak, mağara kovuklarında yarasaları seyretmek benim sıradan davranışlarımdı. Ağaçların en uç dallarından erik toplar, kuş yuvalarında tüyleri yeni çıkmaya başlamış, uçamayan yavruları, anne kuş gelinceye kadar, seyrederdim. Ama şimdi giremedim kömür ocaklarına, soluyamadım o insanların çalıştığı yerlerdeki onurlu havayı. Onları karanlık dehlizlerde görmeye dayanamadım nedense. Oysa lise yıllarımda, J. CHRONIN’in Pembe Yıllar, Yeşil Yıllar, Şahika romanlarından etkilenmemiş miydim? Onun maden ocaklarındaki hekimliğini kıskanmamış mıydım? Onun gibi maden ocaklarında çalışan bir hekim olmayı, ardından üniversitede bilimsel çalışmalar yapmayı hayal etmemiş miydim? Nerelerdeydi o kurgusal yaşam sevincim?

Bir avuç toprağa gömüldüler / kıvrımlı, dar yollarda solurken havayı / soluk ışıklı fenerlerin gölgesinde / karanlık yaşamlarda/ ekmeklerini didikleyerek arayanlar / Siyah ter tanecikli yüzlerde / ölüm, soğuk çizgili…

Evet korkmuştum, ürkmüştüm, kaçmıştım, girememiştim kömür ocaklarına. Ellerime, yüzüme, gözlerimin içine kömür tozlarının bulaşmasına izin vermemiştim bencilce bir davranışla. Sonraları o bölgelerde akciğer hastalıkları ile ilgili bir araştırma yapmayı planladığımda; “o gün kaçtın ama bugün kaçamıyorsun bilimsel çalışmadan” diye düşünmeden edemedim. Hizmetsel-bilimsel yazgı bu demekti kanımca. Toprak altında çalışan işçilerde akciğerlere zarar veren hastalık-bozukluk aramıştım. Çok sayıda işçiye tetanos aşısını kendim yapmıştım ama yine ocaklara girememiştim bu çalışma süresince de. Bir gün bir gazetenin ilk sayfasında, yıllar önce giremediğim o kömür ocağının çöktüğü haberi ile sarsıldım... Akciğer filmlerini çektiğim, tetanos aşılarını yaptığım, birlikte çay içip, kahkahalı sohbetler ettiğim insanlar göçük altında kalmıştı. Kömür çıkardıkları kuyulara inemediğim için kendimle alay ederek güldürdüğüm, o insanları, dostlarımı kaybetmiştim. Toprak altında solukları tükenmişti. O gün ağlayamadım belki ama yıllar sonra, bugün, bu satırları yazdığım sayfalar ıslandı, nereden geldiğini bilemediğim damlalarla....

Hani doğduklarında / ışıklı bir odada/ açmışlardı gözlerini / çığlık, çığlığa / umutlu kollarda / kırmızı kurdele bağlanmıştı / analarının ak düşmemiş / ışıkla taranmış saçlarında / hani aşınmışlardı vereme, tetanosa, boğmacaya, kızamığa karşı / bebekliklerinde / ilk aşıları sütleri idi analarının / şimdi onlara ağıt yakan, acı yürekli analarının…

Alın yazısı değildi bu yaşanılanlar. Yazgıları bu olmamalıydı o güzel insanların. Çocuklar öksüz, eşler yalnız kalmamalıydı. Elimden ne gelebilirdi ki benim? İsyanımı sayfalara dökmekten başka ne yapabilirdim onlar için. Toplumsal sorumluluk duygusunun yetmediğini biliyordum, kırmızı koltukta oturup, yetkili olmadıktan sonra. Düşünmekle yetiniyordum olanları. Yaşıyor olduklarını hayal etme yolunu seçtim, adlarını bilemediğim, gülümseyen dudakları çevreleyen kömür tozu serpilmiş yüzlerini unutamadığım dostlarım için...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder