Yıldız Tümerdem
Aldırma Gönül
Taş Duvarlar
Anılar ülkesinden yorgun döndüm dün gece
Sevgiyle tutuşmuştu mavi denizli ufuk
Özlem çiçeklerinden bir demet sundun yine
Kokusu belleğimde rengi boş yüreğimde
Bir anda doluverdim genç yazgılı günlerle
Bir çift göz gülümsedi eskisi gibi yine
Gerçekleri saklayan bir kapı aralandı
Ne sen vardın içerde ne de soluk bir gölge
Hayaller kaybolmuştu, düşler çırpınıyordu
Umut taş duvarlarda ağlıyordu sessizce…
Bu dizelerin öyküsünde tarihsel kaleler var… Önde geleni de Sinop Kalesi... Sinoplu asker bir
dedenin ve babanın kızı olarak, bu kalenin öyküleri ile büyüdüm. Buradaki Taş Duvarlar
başka taş duvarlara benzemez. Bu taş duvarlar, mitolojik denizkızlarının ve
hırçın dalgaların sesleri ile hüzünlü aşk şarkıları söyler, gurbet türkülerine
eşlik ederler. “Dışarıda deli dalgalar/
gelip duvarları yalar… Beni bu sesler oyalar / aldırma gönül aldırma…” sözleri
ile gönlüne aldırma diyen Sabahattin
Ali’nin kanatlanmış ruhu ile konuştuğum o günlerde yazmıştım bunları
çizgili defterlerime… Oralardayım şimdi… Ağır adımların gölgelediği akşamlarda,
mutsuz bir anahtar ile açılıp kapanıyor demir kapı, paslanmış yüzünde derin
çizgiler var. Kapıda bir avuç aydının işim listesi. Hala silinmemiş. Yazıldığı
günlerdeki gibi taze, kurumamış siyah boya. İsimli ve isimsiz pek çok insan, bu
zindanlarda yaşadılar, küf kokulu, nemli, farelerin üzerlerinde cirit attığı, ottan
yer yataklarında yattılar, onları mahkûm edenler sıcak döşeklerinde uyurken.
Uyuyabildilerse eğer… Bu aydınların suçları, vatanlarına ihanet edenlere /
topraklarına, Ulusal birlikteliklerine göz dikenlere kalemleri ile açtıkları
çağdaş ve barışçıl savaştı. Silah ve kurşun yoktu, kan ve gözyaşı yoktu, sömürü ve ihanet yoktu
bu savaşta. Öyleyse nedendi bu acımasız kararların ölümcül tutsaklığı? “ Kurşun ata-ata biter/ mahpus yata- yata
biter / Aldırma gönül aldırma” Sorular
her zamanki gibi yanıtsızdı / öyle de kalacaktı besbelli, yıllar yılı.
Duvarlardan sarkan mor çiçekli sümbüllerin döktükleri tuzlu ve kanlı gözyaşı
ile filizlenmiş dalları, o günleri anlatırcasına kurumuştu. Dut ağacı her
aydının ardından ağıt yakmıştı besbelli. Gövdesinde katılaşmış koyu kırmızı
yumrular ve kavruk kovuklar geçmişin acımasız izlerini saklıyordu. Bana o
günleri anlattı yaşlanmış koca çınar titreyen sesi ile… Eskimiş taşlı yollarda
ayak izleri ve taş duvarlarda gizemli öyküleri yaşıyordu, çelikleşmiş ilkelerinden
asla ödün vermeyen gerçek aydınlarımızın… Bu yazı burada bitmeyecekti, sürüp
gidecekti, Sinop kalesinin duvarlarını deli dalgalar dövdükçe, bıkıp usanmadan... Dışarıda deli dalgalar var. Gelip
duvarları yalıyorlar. Bizi de yaşanmamış bu sevdalar oyalıyor… Aldırma gönlüm
diyoruz, aldırma… Aldırma… Gönül aldırmasa bile beyinlerdeki ilkeli dalgalar
peşini bırakmayacaktı yanlış adımlarla, yanlış yollarda yürüyenlerin… Tarih
allını kullanmayanlar için tekrarları yaşatıyordu, bizlere besbelli…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder