2 Nisan 2014 Çarşamba

KEŞKE ÇOCUK KALSAYDIM

Anılarımın Başkenti-Ankara
 Yıldız Tümerdem
Keşke Çocuk Kalsaydım

 Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, Başkentin eskimeyen, eski bir semtinde, sonraları Çocuk Hastanesi ve Tıp Fakültesi olan, Çocuk Hekimi ve Öğretim Üyesi olarak görev yaptığım, Hacettepe’de iki katlı ahşap bir evde geçti… Evimizin karşısında bir park vardı… Bir ucu Kurtuluş, diğer ucu Sıhhiye semtlerine ulaşan bu görkemli parkın içinden tren rayları geçerdi. Trenlerin düdük sesleri, mahalledeki biz çocukları heyecanlandırırdı… El salladığımız vagonlarda düşlerdik kendimizi, yeni yerler görebilme, yeni insanlar tanıma hayali ile… Parkın en yüksek yerinde, tam ortasında, mermer döşeli kocaman bir havuz ve bir eşi de Viyana’da olduğu söylenen, güzelliği ile büyüleyici bronzdan yapılmış, başında defne dallarını simgeleyen bir taç bulunan kadın ve kanatlı çocukların heykeli vardı... Fıskiyelerden yükselen su sesine, rüzgârlar eşlik eder, bize kadar ulaşan neşeli çocuk şarkıları söylerlerdi… Güneşin selamladığı, yaz günlerinde çevresini serinleten su damlacıklarının oluşturduğu, gök kuşağının gizemli renkleri ile büyülenirdik… Zaman dururdu bizim için… Bu güzellikleri seyrederken kendimizden geçerdik... Bu gün bile ne zaman gök kuşağı görsem sulara aşık, benzer heyecanla yüreğim titrer, zaman durur, gözlerim çocuksu bir sevinçle parlar o günlerdeki gibi… Başkentin kışları bir başkaydı o zamanlar… Ahşap evlerimizin çatılarından buzdan havuçların sarktığı karlı-buzlu günlerde havuz da donardı… Ele avuca sığmayan biz çocuklar için vazgeçilmez bir kayak pisti oluşurdu... Koyu kahverengi üniforması ve göğsünden sallanan düdük ile dolaşan park bekçisinin gözetiminde sevinç çığlıkları atarak korkusuzca kayardık buzlar eriyinceye kadar…

On yıllar sonra bir gün, Amerika dönüşümde, Anıt Kabir’ e Atamızı ziyarete giderken, Tandoğan Meydanında, Anıt Tepe sapağında, küçücük bir parkta rastladım eski dostlarıma… Çok şaşırdım, heyecanlandım, dondum kaldım. Hacettepe Parkından buraya taşınmalarının nedenini anlayamadım ama daha sık görebileceğim için mutlu oldum… Çünkü Anıt Kabir’ e çıkan yolun köşesinde idiler… Yerlerine yakışmışlardı… Fıskiyeden saçılan su damlacıkları, eskiden olduğu gibi, çevreyi serinletiyordu… Gök kuşaklı renkleri ile küçük de olsa su dolu bir havuzun ortasında, hala büyüleyici ve gizemliydiler… Göz göze geldiğimizde, dünün yerinde duramayan çocuğu, bu günün iki çocuk annesi olan beni anımsadılar… Onları unutamayan arkadaşlarını buruk bir tebessümle, heyecanla, içtenlikle selamladılar…

Hacettepe parkındaki neşeli çocuk kahkahalarının yerini az sayıda bile olsalar, serçelerin cıvıltıları,  güvercinlerin ve kargaların çığlıkları almıştı... Yine de mutluydular eski günlerdeki kadar olmasalar bile… İnsanlarla birlikte yaşıyorlardı ya, bu bile şanstı onlar için… Üstelik Anıt Kabir’ e giden yolun başında idiler… Bu bile yeterdi mutlu olmaları için… Ankara’ya bir başka gidişimde, dostlarıma merhaba demek istedim... Bir de ne göreyim, Kütahya Porselenin reklam amaçlı, kuşların bile konmadığı, devasa demlikli çaydanlığı dostlarımın yerine yerleşmiş, şaşkın ve boş bakışlarla çevrelerini seyre koyulmuşlardı… Susuz, duygusuz ve yalnızdılar… İçim burkuldu acı ile ihanete uğramıştım, çocukluk anılarım elimden alınmıştı sanki… Sordum soruşturdum, sonunda gerçeği öğrendim… Epeyce bir para gerekiyordu Başkent’ in yeni yöneticilerine… Kütahya porselenini üretenler bunu sağlamışlardı fazlası ile anlaşılan… Heykeldeki kadınlar ve çocuklar çıplaktı… Acaba bu nedenle mi kaldırılmışlardı? Günaha sokabilirler miydi önündeki caddeden bakarak gelip geçenleri, özellikle de erkekleri… belki de biz kadınlar için itici gelebilirdi bu demir yığını…Bu bir anlık düşüncemdi, hepsi okadar…                                                             

Heykel sır olmuştu… Sanırım kimse sorup aramadı, hala ortalarda yok… Belki hiç kimsenin göremediği bir yerlerde, yazgısıyla baş başa bırakılmıştı... Gün ışığına çıkacağı günü sabırla ve özlemle bekliyordu besbelli… Tıpkı bu sanat eserine çocukluğundan beri hayranlık duyan benim gibi… Yazık ki aynı görüşte olanların hala söz sahibi olduğu düzen değişmedi, şimdilik değişeceğe de benzemiyordu… Değişmedikçe de bu bekleyişimiz sürüp gidecekti…Başkentin anılarıma kazılmış pek çok yeri gibi bu yemyeşil, mis gibi temiz havalı park, kuş cıvıltıları, arı vızıltıları, çocuk kahkahaları ile bir anlamda cennetti benim için… Çocuksu duygularımı çizgili defterlerime, kurşun kalemimle döktüğüm, renkli kalemlerim, Sulu boyalarımla güzellikleri resimlediğim, arkadaşlarımla gelecek üzerine hayaller kurduğum, parkın yeşil boyalı tahta kanepelerinden birinde otururdum, ders çalışmadığım zamanlarda… Her yıl, ilkbaharın başladığı günlerde, sevdalandığım leylekler buralarda kurulmuş yuvalarına dönerlerdi… Onlarla söyleşirdim oturduğum kanepeden… Kışın bazı günler kurtlar ulurdu, korkardık parkta dolaşmaya gündüzleri bile… Tilkiler gelirdi karlı gecelerde ziyaretimize… İlkbahar sonlarında, yavru kaplumbağaların ağır aksak yürüyüşlerini, dokununca kabuklarının içine saklanışlarını izlerdik usanmadan... Kuşların dallara yuva yaptıklarını ilk bu parkta görmüştüm.Bir keresinde evimizin önüne oğul yapmış bal arılarını seyretmiştik arkadaşlarımızla korku ve merakla...

Güzel seslerden değişik makamlarda Türkçe Ezan dinlediğimiz, Ramazan aylarında Tarihi Ankara Kalesinden atılan iftar toplarını beklediğimiz, Kurban Bayramlarında kurban kesimini seyrettiğimiz, ilkbaharlarda değişik renklerde ve kokularda kır çiçekleri topladığımız, parkı bir başından ötekine dolaşan su kanallarında çıplak ayakla dolaştığımız, kocaman gövdeli ağaçlarına tırmandığımız, dondurucu soğuğa aldırmadan, diz boyu karlı kış günlerinde, havuçtan burunlu, kömürden gözlü, çalı süpürgeli kardan adam yaptığımız, kartopu oynadığımız, tahtadan kızaklarla kaydığımız, evcilik oynadığımız, platonik aşklarımızın sığınağı, düş kokulu dizelerimizin sırdaşı, hayaller kurduğumuz, renkli düşlerimizi süsleyen çocuk evrenimizdi Hacettepe Parkı… İlk ve ortaokullu yıllarımızda, okul dışı yaşamımız çoğunlukla burada geçerdi... Kız ve erkek arkadaşlarımız ve babalarımızın subay olması nedeniyle evlerimizde ailelerimizin bir öğesi saydığımız asker ağabeylerimiz de bizimle olurlardı her zaman… Belki de yaşayamadıkları çocukluk günlerini bizimle yaşıyorlardı bu 18-19 yaşlarındaki delikanlılar…

O günlerden başlayan bir anlayışla, arkadaşlarım gibi ben de yaşama hep olumlu bakmışımdır… Kendimizle barışık olmuşuzdur her zaman. Biz çocuklar, küçük şeylerden mutluluk duymayı da öğrenmiştik… Kız erkek ayırımı yapmadan çelik-çomak oynar, topaç ve çember çevirirdik… Birdirbir, uzuneşek, bilye-misket, ilkokullu yıllarımızın gözde oyunlarıydı… Ortaokullu yıllarımızda bu oyunlarımıza yenileri eklenirdi. Ankara Kız Lisesinde okuduğum yıllarda, uzun ve yüksek atlama, yakan top, voleybol, basketbol koşu vb. oyunlarımızla yarışmalara katılırdık… İlkokullu yıllarımızda kışın kızak ve kayak kayma ustası olurduk… Yaz tatillerinde tiyatro oyuncusu olup mahallemizin çocukları ile birlikte temsiller verirdik. Oyunları yazıp sahneye koyma görevini de severek üstlenmişimdir çoğu zaman…


Mahalle arkadaşlarıma evimizin önünde kitap okuma saatleri olarak adlandırdığım (arkası yarın programı derdim) o saatleri hala o günün heyecanı ile buruk bir gülümseme ve hüzünle anımsarım… Kitapları Kızılay’daki(şimdi yok) Milli Kütüphaneden iki günlüğüne ödünç alırdım… Kitaplardan en az birini, bütün gece okur, özet çıkarır, “bir taşla iki kuş vurma” özdeyişindeki gibi, hem Eylülde açılacak okul için hazırlıklı olur hem de arkadaşlarıma okumadan önce kitabın içindekileri öğrenirdim... Gündüz evimizin önünde, sayıları günden güne çoğalan, meraklı arkadaşlarıma heyecanla kitap okuduğum o günlerde, ilkokul dördüncü ve beşinci sınıf öğrencisiydim. İsimleri belleklerimizde yer etmiş olan, Hasan Ali Yücel’ in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında hazırlattığı kitaplarla, dünya klasiklerini okuyarak büyüdük, yetiştik, geliştik,  ilkelendik…

 İşte bu günlere böyle geldik… Şimdileri olduğu gibi yaz tatillerinde oyun kâğıtları, taşlı konken oynayarak, ellerimizde sigaraların eşlik ettiği, içki şişeleri, bira kutuları ile kötü örnek olmadık... Anlamsız boş konuşmalarla, dedikodularla zaman öldürmedik… Hemen hiç kavga etmezdik… Birbirimize destek olur, görüşlerimizi uygarca paylaşırdık… Tek bir topla mahalle çocukları bir araya gelirdi… Sırayla binerdik kızaklara, sırayla çevirirdik çemberleri-aynı topaçları döndürürdük. Atladığımız ip sayısı bile biri ikiyi geçmezdi, sırayla atlardık… Paylaşmayı, yardım etmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi, saygıyı, öğrenmeyi öğretmeyi, güle oynaya yaşamayı öğrendik çocukluktan gençliğe geçiş yıllarımızda... Duyarsız, umarsız, çıkarcı, köşeyi dönmeci olmayı öğrenmedik… Yalan söylemez, arkadan konuşmazdık… Hep yüze söylerdik doğruları… Şimdi de öyle yapmıyor muyuz? Bu nedenle eleştirilmiyor muyuz, dışlanmıyor muyuz? Varsın olsun, sırıtkan, çıkarcı, yüreği karanlıkta kalmış, beyni yosun tutmuşlarla aynı havayı solumak yerine kuşlarla, böceklerle, ağaçlarla, çiçeklerle, rüzgârların getirdiği doğal seslerle yaşamayı yeğledim hep… Hala da öyleyim, hiç değişmedim… Bir başka evrene gidene kadar değişmeyeceğim...


Dedim ya ilkokul yıllarımda doğayı kucaklamakla başladım işe… Ankara’nın Hacettepe semtinde ağaçları ve çiçekleri, denizleri ve nehirleri, dağları ve ovaları, kuşları ve böcekleri öğrenme çabası ile yola çıktım… Kurbağaların larvalarını seyrederdim saatlerce. Bahçemizdeki çeşme yalağında solucanların gömlek değiştirmesini görmek heyecanlandırırdı beni… Bahçenin bir köşesinde kendime sera yapmıştım… Toprağı beller, karşı komşunun ahırından getirdiğim gübreyi kullanarak, ekim yapardım… Neler ekmezdim ki… Hala vazgeçemedim bu huyumdan… Şimdi de saksılara ekip dikiyorum ne bulursam… Merak ve öğrenme hırsı, özüme bir yerleşti ki sormayın gitsin… Giriş o giriş... Kaçıncı baharı yaşıyorum bilmem ama hala demir attığı yerde paslanmadan duruyor, eskisi gibi merak ve yeni bir şey öğrenme hırsım… Beni yazmaya yönelten, yazılarımı alkışlayan, konuşmalarımı alkışlatan, Ankara-Cebeci Orta Okulu Türkçe-Edebiyat öğretmenim, Cumhuriyet’ in aydın kadını Düriye Köprülü ’nün bizleri yönlendirdiği yolda yürümeyi, o gün olduğu gibi bu gün de sürdürüyorum... Gerçekleri yazılarıma, dizelerime de yansıtıyorum… Beni üzen davranışları eleştirmenin doğruluğuna, gereğine her zaman inanıyorum… Bana emekleri geçen diğer öğretmenlerimle birlikte, Düriye Köprülü öğretmenimin de, ışıklar içinde olduğunu, başka bir evrenden gülerek beni izlediklerini kurgulayarak, düşlüyorum… İlkeli düşlerimin tükenmemesini diliyorum… Cumhuriyetin ilkeli, çağdaş, yitimsiz kalmayı başarmış  kadın öğretmenleri gibi... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder