16 Ağustos 2013 Cuma

YAZGI DEĞİL BU


“ Kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, sıcak demeyip
Cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, o ilahi
Kadınlarımız olmuştur. Onun için hepsini büyük ruhlu
Ve büyük duygulu kadınlarımızı, analarımızı, şükran ve
Minnetle ebediyen taziz takdis edelim.” 
M. Kemal ATATÜRK 
                                                   
Her yıl 26–30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlamaya hazırlanıyoruz. Ulusal Birliğimizin üzerinde oynanan oyunlar, içinde bulunduğumuz zor koşullar karşısında çaresizliğime kahrediyorum… İçimi yakıyor olup bitenler… Duygularımı kalemim ile paylaşarak bir çıkış yolu arıyor, geçmişe açık bir pencereden bakarak gerçekleri, inandıklarımı kâğıtlarla paylaşıyorum… Öyle çok ki yazmak istediklerim. Önümdeki yaşam süremin yetmeyeceğini de biliyorum… Kimin yetmiş ki benim yetsin…

New York’ ta, Amerika Birleşik Devletlerinin en kalabalık, adı her yerde anılan en büyük kentlerinden birinde, bir dünya kentindeyim… Çok sayıda tekstil fabrikasında binlerce yoksul kadın çalışıyor bu kentte. Yoksul mahallelerde yoksullukları ile başa çıkmaya çalışan bu kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok… Günde en az 15 saat çalışıyorlar... Çalıştıkları iş yerlerinin koşulları çok yetersiz ve de sağlıksız... Köleler gibi çalışmalarına karşın çok düşük ücret alıyorlar… Erkek işçilerin de çalışma koşulları ve ortamları kadınlardan farklı değil. Ancak kadınlara göre iki kat fazla ücret alıyorlar… Bu durum yalnızca Amerika’da, New York kentinde görülmüyor... Avrupa ülkelerinden özellikle İngiltere ve Fransa’da da kadınlar sömürülüyor benzer yöntemlerle...

Tarih 8 Mart 1857... İnsanca yaşama hakkını almaya karar vermiş olan 40 bini aşkın dokuma işçisi kadın sözü edilen haksızlığa “dur diyebilmek, seslerini duyurabilmek için sokaklara çıktılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, evrenin var oluşundan bu yana, yaşama şansı bir anlamda elinden alınmış, değeri bilinememiş, emeğinin karşılığını alamamış hemcinsleri için başkaldırdılar… Belki de; yalnız kendileri için değil, horlanmış, itilip kakılmış, yeteneğini bir türlü kanıtlayamamış, eğitimden yoksun, kimliği olmayan,  aşkına- sevgisine sahip çıkmak için haksızlığa baş kaldırmış, kumalığı kabul etmeyen kadınların hakları ve özgürlükleri adına da sokaktalar... Cinsel istismara uğramış, töre cinayetine kurban gitmiş kadınlar adına sokaktalar… Anadolu insanımızın söylediği gibi erkeklere ; “ yetti artık, inceldiği yerden kopsun, ne haliniz varsa görün” demek için sokaktalar… Yalnız kendileri için, geçmiş için, o gün için değil, gelecekteki kadınlar ve kucaklarına alıp sevemedikleri çocukları, benzer kaderi paylaşacak olan torunları için sokaktalar... Tek sözcükle; “ zengin- fakir, genç- yaşlı, sağlıklı- hastalıklı, tüm kadınların hakkını aramak için, çocuklarının geleceği için” sokaktalar… “Eşit işe eşit ücret, iş yerlerinde, günde 8–10 saatten fazla çalışmamak, erkekle eşit haklara sahip olmak”  için sokaktalar…
Eylem sırasında kadınlar dövülüyor, hırpalanıyor, yerlerde sürükleniyor… İş yerlerinde çıkan yangında pek çok kadın yanarak, dumandan boğularak yaşamlarını yitiriyor… Üstüne üslük, son anda ölümden dönen kadınlar tutuklanarak ceza evine yollanıyorlar... İş yeri koşulları sağlıksız olduğu için sokaklara dökülen kadınların alın yazıları değişmiyor… Bu kez de ceza evlerinin korkunç koşullarına ister istemez katlanıyorlar… Günümüzde de böyle olmuyor mu? Kadın ya da erkek farkı gözetmeden, hakkını arayan herkes, benzer olaylarla karşı karşıya gelmiyor mu?

Amerika Birleşik Devletlerinde Toplum Hekimliği uzmanlık eğitimimi sürdürdüğüm 1970li yıllarda, çalıştığım üniversitenin kız öğrencilerini polis, hem de üniversitenin bahçesinde saçlarından tutarak yerlerde sürüklemişti… Öğrencilerin direnişlerinin tek nedeni, sınav tarihinin değişmesi ile ilgili idi... Masum bir eyleme katılmışlardı öğrenciler ve de haklıydılar haklarını arama konusunda… O günlerde, çok şaşırmıştım bu görüntü karşısında. Bu gün olsa hiç şaşırmaz, doğal karşılardım demokratik olmayan bu davranışı… Çünkü Amerika Yönetiminin maskesiz-gerçek yüzünü görebiliyorum şimdi üçüncü gözümle…

New York, 8 Mart 1908… 51 yıl sonra, işçi kadınlar değişmeyen iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, oy kullanma, seçme- seçilme hakkı için eylem yapıyorlar... Yalnızca zengin erkeklere tanınan bu haklardan, eşit olarak herkesin yararlanmasının gerekliliğini savunuyorlar… Diğer bir deyişle kadınlar, yönetime katılma, yöneteni seçme hakkı için sokaktalar… İşçi kadınları sokağa döken haksızlıklar anlatılmakla, yazılmakla bitmiyor… Taş plaklardan, Safiye Ayla’nın sesinden dinlediğim, Türk musikisinin beğenilen bir şarkısının sözlerini anımsıyorum bir anda ; “ Söylemek istesem gönüldekini dilime dolanan ıstırap olur /  yazsaydım derdimin ben bir tekini / ciltlere sığmayan bir kitap olur.” Duygularımız ciltlere sığmayan kitap yazdırıyorsa, yıllardır biz kadınlara yapılan haksızlıkları nerelere sığdırabilirdik acaba? Kanımca, gizemini çözemediğimiz göklere bile sığmayacak boyutlarda idi kadınlarımızın sorunları…

O günün koşullarında, haklı olduğu kabul edilen başkaldırı, bugün için de geçerliliğini koruyor. Aslında, değişen çok bir şey yok evrende… Kadınlar hala sömürülüyor, tecavüze uğruyorlar, hem de yakınlarının örneğin; babalarının, kardeşlerinin, eniştelerinin, dayılarının, amcalarının tecavüzüne uğruyorlar... Erkekler aklanıp paklanıyor, kadınlar öldürülüyor, bazen bedenlerinde ve kucaklarında taşıdıkları bebeleri ile… Evet, satılıyorlar, töre ve aşk cinayetlerine kurban gidiyorlar, emeklerinin karşılığını asla alamıyorlar… Sırtından sopa, karınlarından bebe eksik olmuyor... Üstlerine kuma getiriliyor, duygularına ihanet ediliyor. Ulusal dillerini öğrenemiyorlar okuyup yazamıyorlar. Mesleklerini, işlerini, eşlerini kendileri seçemiyor. Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün, ATAMIZIN bırakıtı( emaneti) olan, Türkiye Cumhuriyeti Yasalarının onlara verdiği haklardan ve özgürlüklerden göz göre, göre yararlanamıyorlar... Erkeğe köle ediliyorlar bir anlamda. 10 yaşında, ufacık bir çocukken bile satılıyorlar babaları, dedeleri yaşındakilere… Kaçıyorlar kabullenemedikleri yaşamlarından, bir bilinmeyene / Taşı toprağı altın olan kentlere… Oralarda istemeseler, direnseler bile çarnaçar, bedenlerini satarak, içki ve maddelerle tanışarak, yaşamaya mahkûm ediliyorlar. Bırakın kimliklerine sahip çıkmalarını, bedenleri bile tutsak oluyor yanlış düşüncelere, davranışlara ve yaşamlara… Bir bakıyorsunuz, saçlarının bir telinin bile görülmesine izin verilmiyor. Güneşi göremiyor burka ile örtülü masum bakışlı rengi belirsiz gözleri… Gülmeyi öğrenemiyor dudaklar, sevgiye kucak açamıyor kollar… Yürek bumburuşuk duygularla donatılmış… Yaşamın ne anlamı ne değeri yok onlar için... Bazen kalın bir ipin ucunda, bazen coşkun akan bir ırmağın buz gibi soğuk sularında, bazen bir helâ köşesinde dindirmeye çalışıyorlar acılarını, bir bilinmeyene doğru çıktıkları erken ve çok zor bir yolculu yeğliyorlar... “Öldü de kurtuldu” diyor yakınları nedenini bilmedikleri bu yok oluş için. Onları, dokuz ay karnında taşımış, sütüyle beslemiş, hasta olduğunda başında beklemiş anaları bile sarılıyor o uğursuz sözcüklere... Ağıtlar yakılıyor, dinlere özgü törenler yapılıyor, törelere özgü gömütler hazırlanıyor... Yaşama doyamamış gövdesi yakılıyor, külleri dağ yamaçlarına, sulara serpiliyor, toprağın görünen yüzüne hece tahtası dikiliyor, yeşile boyalı, al lale işlenmiş. Bu bir kaçış aslında… Zavallı dünya insanının kendinden bilinçsizce kaçışı bu… Vicdanları susuz, sabunsuz temizleme yöntemi bir anlamda… Dünyanın her yerinde bu böyle denilerek noktalanıyor bu olup bitenler…     

Yıl 1910…Yer Danimarka- Kopenhag’ da, “Uluslararası Kadın Konferansı toplantısında bir karar alınıyor…8 Mart tarihi; “Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul ediliyor… Amerika’da bir grup kadının ölümüne baş kaldırışının üstünden 43 yıl geçmiş ve biz yeni uyanıyoruz. Bunu izleyen yıllarda kadınların hakları ve özgürlükleri ile ilgili çok sayıda toplantı yapılıyor, kararlar alınıyor. Sonra; “ neler oluyor, neler değişiyor?” soruları geliyor yeni bir yüz yılda da akıllara… Yeni bir yüz yılda, teknolojinin alıp başını gittiği bir yüzyılda yalnızca bir avuç kadın haklarını ve özgürlüklerini koruyabiliyor… Yine bir avuç kadın, güçlüklere göğüs gererek, çağdaş eğitim alabiliyor ve doruklara çıkabiliyor ve kırmızı erk koltuklarına oturabiliyor… Çevresindekilerle ilişkilerini dengeli bir biçimde koruyabildikleri ve yanlış yapmadıkları sürece de dorukta kalmayı başarabiliyorlar. Hepsi bu kadar işte, yalnızca bir avuç kadın… Dünyada da böyle Ülkemizde de böyle. Oysa dünya’da yaklaşık üç milyar kadın, Türkiye’de yaklaşık beş milyon kadın değişmeyen alın yazıları ile yazık ki varlıklarını sürdüremeden yoklukları ile baş başa zorlu bir yaşamın savaşını vermeyi sürdürüyorlar…


“Suçlu kalk ayağa” diye soruyorum…  Sesimin, kendimden başlayarak evrendeki tüm insanların duymasını istiyorum… Güneşli, ay-yıldızlı, mavi beyaz bulutlarla kaplı göklerde çınlamasını istiyorum… Yazık ki; ayağa kalkma cesaretini gösterebilen hiç kimseyi ama hiç kimseyi göremiyorum… Ben bile kalkamıyorum… Utanıyorum…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder