21 Ağustos 2013 Çarşamba

AH O YİTİMSİZ ANILAR


Evrenin oluşumundaki gizem; algılama ve karar verme yetisi olan beyin hücrelerinin yanı sıra imgelerine de yerleşmişti çocukluk günlerinde. Yağmurlu günlerde, alnını pencereye dayar, yüzünü göğe çevirir, kümelenmiş kara bulutların yer değiştirmesini seyrederdi, bıkıp usanmadan, saatlerce. Nasıl oluyordu da beyaz bulutlar kararıveriyordu bir anda ve ardından su damlaları yeryüzüne akıyor akıyordu. Her yeri, her şeyi ıslatıyor, sonra da kaybolup gidiyordu, bir bilinmeyene. Yağmurlu günlerde, gökyüzündeki o ses ve o ışıklı değişim nasıl ve neden oluşuyordu? Yağmurdan sonra oluşan gök kuşağı neden renkli idi ve kaybolunca nereye gidiyordu? Güneş, ay ve saman yoluna dizilmiş parlak yıldızlar neden farklı zamanlarda ortaya çıkıyor ve de kayboluyordu? Nasıl doğuyor ve büyüyorduk?  Varoluş’un / Yokoluş’un, Yaşamın / Ölüm’ün anlamı neydi? Acaba bir başka evrende bize benzeyen ya da benzemeyen varlıklar yaşıyor muydu? Yıldızlarda ve Ay’da yaşam var mıydı? Dağlar, denizler, nehirler, gökyüzü nasıl oluşmuştu? Cemre ne demekti, nerelere ve neden düşüyordu? Nedense, komşuları ilkokul öğretmenliğinden emekli olmuş Cemile Teyze ile cemre sözcüğünü birbirlerine, yakıştırırdı… Cemile ve Cemre… Çok hoşuna giderdi bu benzetme. Onu her görüşte kır menekşeleri, ballıbabalar açardı yüreğinde, cemreleri düşleyerek… Rüzgâr, fırtına ve deprem nasıl oluşuyordu, dünya gerçekten yuvarlak mıydı? Taşlar, topraklar nasıl oluşmuştu? Leylekler her baharda, hep aynı tarihlerde nasıl bulabiliyorlardı, bir önceki yılda yuva kurdukları yerleri? Her baharda karşı evin bacasına yerleşirler, yuvalarını onarırlar, yumurtalarını beklerler, yavrularını beslerler, onlara uçmayı öğretirlerdi.  Onları seyretmek öylesine heyecan verici idi ki… Onu hayretle dinleyen mahalle arkadaşlarına ve de onu dinlediklerini sanmasa da evdekilere anlatırdı bütün bunları, yeni bir şey keşfetmiş gibi, heyecanla…

Başkentte yaşadığı yıllarda, çocuk yüreği korkuyla karışık bir heyecanla titrerdi kendine bu ve benzer soruları sorduğunda. Erişilemeyen, görülmeyen, bilinmeyen bir güç vardı besbelli. Karlı günlerde de benzer düşüncelerle kıvranır dururdu. Fırtınada ağaçların devrilmesi içini acıtırdı. Gözyaşı dökerdi kırılan dalların ardından. Ayaklarının altındaki çıtırtı seslerini duymayı çok istediği halde, sonbahar yapraklarına bile basamazdı. Baharlarda açılan çiçeklerle doğardı yeniden. Sorgulamaktan geri kalmazdı yenilenen doğayı ve doğadaki bu gizemli dönüşümü. Din ne demekti, camileri kim kurmuştu, neden ezan okunuyordu? Komşuları Yusuf ve ablası Leyla’nın Yahudi olduklarını duymuştu, eve gelen komşularının sohbetleri sırasında. Gözlük taktığı için “Kavanoz gözlü oğlan” dedikleri, içine kapanık, onlara uzaktan gülümsemekle yetinen, uzun boylu, ince yapılı, değişik burunlu Yusuf,   bazı günlerde başına kâse gibi bir takke geçirerek evden çıkar, onların yanından hızla geçer, bir yerlere giderdi. Bütün bunlar ne demekti, neden yalnızca Yusuf o garip takkeyi başına geçiriyordu? Hamam önündeki, alış veriş yaptıkları sakallı, değişik giysili, bakkala “Hacı Amca” diyorlardı, onun da başında bir takke vardı ama farklıydı. Dükkânı bazı saatlerde kapalı olurdu. Sorduğunda; “namaza gitti” derlerdi. Oysa bebekliğinde onu büyüttüklerini öğrendiği Yani ve eşi Poliksenia (yıllar sonra ayrıldıklarını öğrendiğinde üzülmüştü) haftada bir gün Kilise dedikleri bir yere giderlerdi. Bu onun için merak konusu olmuştu. Niçin gidiyorlardı oraya, ne yapıyorlardı orada? Kilise dedikleri yer, babasının, ağabeylerinin ramazan ve kurban bayramlarında, sabah erkenden gittikleri, , belirli saatlerde, “Tanrı Uludur” sözleriyle başlayan ezanın okunduğu evlerinin yakınındaki İmaret Camii’ne mi benziyordu? Ya da Takkeli Yusuf’un gittiği, Sinagog dedikleri, kapısı süslü ve sütunlu, içinde sıralar bulunan, değişik kokan, gizemli yere mi benziyordu?     
Her şeyi merak ettiği, kafasına takılanlardan vazgeçmediği için, asker babasından yalvara yakara izin alarak(Yani; subay babasının yanında er olarak askerliğini yapmıştı) onlarla birlikte kiliseye bile gitmişti. Kilise çok kalabalık olmasına karşın, sessizdi. Kadınlar, erkekler, çocuklar yan yana oturuyorlardı. Köşelerde mumlar yanıyordu. Çok süslü resimler, heykeller, renkli camlarla görkemli bir hale gelmişti salon. Bazıları diz çökerek, bazıları da oturdukları sıralardan ellerini yan yana getirip, bir şeyler mırıldanarak, başlarını öne ya da yukarı kaldırarak kimden yardım istiyorlardı acaba? Karşılarında kollarını açmış bir insan heykeli vardı,  kimdi o adam? Kafasının içinde bu soruları sıralarken, bir gün annesi, kardeşleri ve komşuları ve onların çocukları ile birlikte, diğer bir söylemle “cümbür cemaat” gittikleri, Ulus’taki Hacı Bayram Camii’nin bahçesi ve içerdeki görünüm gözlerinin önüne geldi. Annesi gibi, tüm kadınların hatta minik çocukların bile başları örtülüydü( onun da başını örterlerdi, kenarı süslü beyaz bir örtü ile). Annelerin ve kız çocuklarının saçları görülmüyordu, örtüden sonra. Ellerindeki tespih denilen sıralanmış siyah boncukları çekiyorlardı, gözleri yarı kapalı, başları önlerinde... Yerlere otururlar, bağdaş kurarlardı. Ayakkabılarını da kapıda bırakırlardı. “Ya çalınırsa, çıplak ayakla nasıl giderlerdi evlerine” diye düşünürdü, hep... Çevrelerinde hiç erkek olmazdı... Onlar başka bir kapıdan girip çıkıyorlardı. Bir kısmı sakallı ve takkeliydi. Çocukların bile başlarında takke, ellerinde tespih vardı. Bahçede sıralanmış bir çeşme vardı, erkekler onun önünde sıralanıp ellerini yüzlerini, ayaklarını yıkıyordu. Anneannesine sorduğunda; “Namaz kılmadan önce temizleniyorlar, abdest alıyorlar” demişti. “Neden evde yıkanmamışlardı, pisiydi hepsi de, sabah yüzlerini yıkayıp, dişlerini fırçalamıyorlar mıydı acaba? “ sorusu beyninde dolaşırdı ama soramazdı… Öyle çok soru soruyordu ki… Bıktırıyordu çevresindekileri… Bir kız çocuğu da bu kadar meraklı olur muydu bu yaşta canım? Hem zaten merak ettiği için zorladığı için getirmişlerdi onu ve arkadaşlarını… Oralara pek gidilmezdi de… Bitip tükenmiyordu beyninin içindeki düşünceler, anlaşılması güç kurgular… Sorularına soru ekleniyordu…

Dört mevsimi de severdi ama ilkbahar onun büyük aşkıydı. İçi kıpır kıpır olurdu ön baharlarda. Soruların sayısı daha da artardı. Soruları öncelikle kendine sorar, yanıtlayamazsa, çevresinde bilgisine güvendiği kimler varsa onlara yöneltirdi sorularını. Elbette kendine sorduğu soruların tümünün yanıtını alamıyordu. Çocuktu, bilgisi yetmiyordu ki. Yardım alması da bu nedenle doğaldı. Onlar bile sorularına her zaman yanıt vermekte zorlanırlardı. İlkbaharlarda tarlalarda toprağa ekilen tohum nasıl büyüyordu, nasıl başağa dönüyor, sonra da ekmek oluyordu? Koyun, keçi ve inekten sağılan süt ne demekti, içinde neler vardı, neden beyazdı rengi? Ankara’ da köylerdeki dereler neden en çok ilkbaharda taşıyordu? Kuşlar nasıl uçuyordu? Neden insanların da, onun da kanatları yoktu? Olamaz mıydı? Neden hasta olunuyordu? Neden, belirli aralıklarla okulda aşı yapıyorlardı çocuklara? Ne demekti aşı, ne işe yarıyordu, yapılmasa ne olurdu? Boğazı ağrıdığında, ateşi olduğunda annesinin zorla içirdiği, o berbat kokulu, acı hapı yutmasa olmaz mıydı? Bazen içer gibi yapar, yatağın altına atardı “Prontosil” denilen adını hala anımsadığı o berbat hapı. Çocuk beyni, bu ve benzer sorulara yanıt bulamıyordu. Çevresindekilere yönelttiği sorular, hayretle karşılanıyor, garipseniyordu “sen kızsın,  çocuksun kafanı yorma böyle saçma sapan şeylere, git arkadaşlarınla ip atla, bebeklerinle oyna” sözlerine alışmıştı ama soru sormaktan vazgeçemedi, ilkokulu bitirinceye kadar…

Sorular, sorular… Çoğunun yanıtı olmayan yaşamsal sorular. Bu ve benzer sorulara, evdekilerden, çevresindekilerden aldığı yanıtla yetinemiyordu. Okuldaki bilgiler de yeterli olmuyordu. Kızılay’daki Sarar İlk Okulunun yanındaki Milli Kütüphane ve Ankara Kız Lisesi yanındaki Halk Evindeki çağdaş kitapları okuma alışkanlığı gelişinceye kadar, yanıt almasa bile, çevresindekilere soru sormaktan vazgeçemiyordu. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Kütüphanenin tozlanmış tahta raflarında, ansiklopedilerin sararmış sayfalarında aramaya başlar olmuştu. Pek çok sorusu da yanıtsız kalıyordu çoğu kez. Yaşı da anlamasına geçit vermiyordu ki. Ortaokullu yıllarında sorularından bazılarının yanıtını az da olsa alabilmişti. Lise yıllarında çok sayıda ve değişik konularda kitapları okumaya başladı. Yepyeni, değişik sorular çıkıyordu karşısına okudukça. Arkadaşları arasında onun gibi okuyanlar, çoğunlukla erkeklerdi. Kız arkadaşları arasında değişik kitaplar okuyan ve sorgulayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az sayıdaydı. Yıllar sonra “geleneksel sınıf toplantılarında” bu konuları masaya yatırıyor, çocukluk ve gençlik günlerindeki kendilerini sorguluyorlardı. Bu sorgulamada hüzünle karışık yaşamsal gerçekler göz kırpıyordu onlara. Beyazlanmış saçlar, çizgilerle bezeli yüzler, gözlükle örtülmüş ışıklı gözler de katılıyordu bu sorgulamaya…

Çocukluk ve ilk gençlik günlerinde, unutamadığı anılarının en özel yerinde bir duvar takvimi vardı. Oturma odalarının duvarlarında asılı olan Saatli Maarif Takvimi, okuldu duvar kitabıydı, duvar ansiklopedisi idi onun için. Çok şey öğretiyordu ona. Her gününe renk ve bilgi katıyordu takvim yapraklarında yazılı olan doğru bilgiler. Sabahları ilk işi takvim yapraklarını karıştırarak o günkü doğa değişimleriyle ilgili bilgi edinmekti. Okuldaki arkadaşları gibi ailesi de, nedense, takvim yapraklarındaki yazıları-şiirleri okumuyorlardı. Gülümsüyordu onların bu aldırmaz hallerine, hüzünlenerek. Siyah beyazdı bütün fotoğraflar o günlerde… Bir evin bacası ve üstünde tünemiş leyleklerin olduğu takvimi duvarda tutan kartonu hiç unutamadı. Her yıl yenilenen Takvim Kartonlarında leylekli bacaları aradı durdu Sonunda buldu aradığı leylekli kartonu, hem de renkli olanını. Çocuk gibi sevindi. Piyangodan büyük ikramiye çıkmış gibi mutlu oldu. Hala çalışma odasının duvarında, değişmiyor yeri. Yılların eskitemediği, tarih kokan, Bugün bile, her yılın sonunda, yeni bir yıl için, Sirkeciden Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyor, Saatli Maarif Kitaphanesine gidiyor, can dostları, sahipleri, Aydın-Muhsin- Ahmet Geylani ile sohbet ediyordu. Seçtiği duvar kartonları ve takvimleri alıyor, yitimsiz-aydın dostlarının sevgi ile ellerini sıkıyor, “hoşça kalın” sözleri ile yeni yıllarını kutlayarak vedalaşıyordu… Cağaloğlu yokuşundan Karaköy vapur iskelesine, gençlik yıllarının unutulmaz şarkılarını mırıldanarak, keyifle yürüyordu... “İşte dingin yaşam bu” diyordu kendine, içtenlikle, her zaman olduğu gibi…

Neydi o günler / Nerde o duygu dolu Türk Musikisinin değişik makamındaki şarkılar /  Gençlik kokulu ve heyecanlı / esintili  / düşlerde aransa bulunamayan sevdalar… Yanıtsız soruları ardı ardına soruyordu kendine, Marmara denizini seyrederek, iskeleye yanaşan vapura binerken…

 *Kırmızı Kaplı Günlük-Esin kaynağı-Başkentin Yitimsiz Çocuksu Anıları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder