Anılarımın
Başkenti-Ankara
Yıldız Tümerdem
Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, Başkentin eskimeyen, eski bir semtinde,
sonraları Çocuk Hastanesi ve Tıp Fakültesi olan, Çocuk Hekimi ve Öğretim Üyesi
olarak görev yaptığım, Hacettepe’de iki katlı ahşap bir evde geçti… Evimizin karşısında
bir park vardı… Bir ucu Kurtuluş, diğer ucu Sıhhiye semtlerine ulaşan bu
görkemli parkın içinden tren rayları geçerdi. Trenlerin düdük sesleri, mahalledeki
biz çocukları heyecanlandırırdı… El salladığımız vagonlarda düşlerdik
kendimizi, yeni yerler görebilme, yeni insanlar tanıma hayali ile… Parkın en
yüksek yerinde, tam ortasında, mermer döşeli kocaman bir havuz ve bir eşi de
Viyana’da olduğu söylenen, güzelliği ile büyüleyici bronzdan yapılmış, başında
defne dallarını simgeleyen bir taç bulunan kadın ve kanatlı çocukların heykeli vardı...
Fıskiyelerden yükselen su sesine, rüzgârlar eşlik eder, bize kadar ulaşan
neşeli çocuk şarkıları söylerlerdi… Güneşin selamladığı, yaz günlerinde
çevresini serinleten su damlacıklarının oluşturduğu, gök kuşağının gizemli
renkleri ile büyülenirdik… Zaman dururdu bizim için… Bu güzellikleri
seyrederken kendimizden geçerdik... Bu gün bile ne zaman gök kuşağı görsem
sulara aşık, benzer heyecanla yüreğim titrer, zaman durur, gözlerim çocuksu bir
sevinçle parlar o günlerdeki gibi… Başkentin kışları bir başkaydı o zamanlar… Ahşap
evlerimizin çatılarından buzdan havuçların sarktığı karlı-buzlu günlerde havuz
da donardı… Ele avuca sığmayan biz çocuklar için vazgeçilmez bir kayak pisti
oluşurdu... Koyu kahverengi üniforması ve göğsünden sallanan düdük ile dolaşan
park bekçisinin gözetiminde sevinç çığlıkları atarak korkusuzca kayardık buzlar
eriyinceye kadar…
On yıllar sonra bir gün, Amerika dönüşümde, Anıt Kabir’ e Atamızı ziyarete
giderken, Tandoğan Meydanında, Anıt Tepe sapağında, küçücük bir parkta
rastladım eski dostlarıma… Çok şaşırdım, heyecanlandım, dondum kaldım. Hacettepe
Parkından buraya taşınmalarının nedenini anlayamadım ama daha sık görebileceğim
için mutlu oldum… Çünkü Anıt Kabir’ e çıkan yolun köşesinde idiler… Yerlerine
yakışmışlardı… Fıskiyeden saçılan su damlacıkları, eskiden olduğu gibi, çevreyi
serinletiyordu… Gök kuşaklı renkleri ile küçük de olsa su dolu bir havuzun
ortasında, hala büyüleyici ve gizemliydiler… Göz göze geldiğimizde, dünün
yerinde duramayan çocuğu, bu günün iki çocuk annesi olan beni anımsadılar… Onları
unutamayan arkadaşlarını buruk bir tebessümle, heyecanla, içtenlikle
selamladılar…
Hacettepe parkındaki neşeli çocuk kahkahalarının yerini az sayıda bile
olsalar, serçelerin cıvıltıları,
güvercinlerin ve kargaların çığlıkları almıştı... Yine de mutluydular
eski günlerdeki kadar olmasalar bile… İnsanlarla birlikte yaşıyorlardı ya, bu
bile şanstı onlar için… Üstelik Anıt Kabir’ e giden yolun başında idiler… Bu
bile yeterdi mutlu olmaları için… Ankara’ya bir başka gidişimde, dostlarıma
merhaba demek istedim... Bir de ne göreyim, Kütahya Porselenin reklam amaçlı,
kuşların bile konmadığı, devasa demlikli çaydanlığı dostlarımın yerine
yerleşmiş, şaşkın ve boş bakışlarla çevrelerini seyre koyulmuşlardı… Susuz,
duygusuz ve yalnızdılar… İçim burkuldu acı ile ihanete uğramıştım, çocukluk
anılarım elimden alınmıştı sanki… Sordum soruşturdum, sonunda gerçeği öğrendim…
Epeyce bir para gerekiyordu Başkent’ in yeni yöneticilerine… Kütahya
porselenini üretenler bunu sağlamışlardı fazlası ile anlaşılan… Heykeldeki
kadınlar ve çocuklar çıplaktı… Acaba bu nedenle mi kaldırılmışlardı? Günaha
sokabilirler miydi önündeki caddeden bakarak gelip geçenleri, özellikle de erkekleri…
belki de biz kadınlar için itici gelebilirdi bu demir yığını…Bu bir anlık
düşüncemdi, hepsi okadar…
Heykel sır
olmuştu… Sanırım kimse sorup aramadı, hala ortalarda yok… Belki hiç kimsenin
göremediği bir yerlerde, yazgısıyla baş başa bırakılmıştı... Gün ışığına
çıkacağı günü sabırla ve özlemle bekliyordu besbelli… Tıpkı bu sanat eserine
çocukluğundan beri hayranlık duyan benim gibi… Yazık ki aynı görüşte olanların
hala söz sahibi olduğu düzen değişmedi, şimdilik değişeceğe de benzemiyordu… Değişmedikçe
de bu bekleyişimiz sürüp gidecekti…Başkentin anılarıma kazılmış pek çok yeri
gibi bu yemyeşil, mis gibi temiz havalı park, kuş cıvıltıları, arı vızıltıları,
çocuk kahkahaları ile bir anlamda cennetti benim için… Çocuksu duygularımı
çizgili defterlerime, kurşun kalemimle döktüğüm, renkli kalemlerim, Sulu
boyalarımla güzellikleri resimlediğim, arkadaşlarımla gelecek üzerine hayaller
kurduğum, parkın yeşil boyalı tahta kanepelerinden birinde otururdum, ders
çalışmadığım zamanlarda… Her yıl, ilkbaharın başladığı günlerde, sevdalandığım
leylekler buralarda kurulmuş yuvalarına dönerlerdi… Onlarla söyleşirdim
oturduğum kanepeden… Kışın bazı günler kurtlar ulurdu, korkardık parkta
dolaşmaya gündüzleri bile… Tilkiler gelirdi karlı gecelerde ziyaretimize… İlkbahar
sonlarında, yavru kaplumbağaların ağır aksak yürüyüşlerini, dokununca
kabuklarının içine saklanışlarını izlerdik usanmadan... Kuşların dallara yuva
yaptıklarını ilk bu parkta görmüştüm.Bir keresinde evimizin önüne oğul yapmış
bal arılarını seyretmiştik arkadaşlarımızla korku ve merakla...
Güzel seslerden değişik makamlarda Türkçe Ezan
dinlediğimiz, Ramazan aylarında Tarihi Ankara Kalesinden atılan iftar toplarını
beklediğimiz, Kurban Bayramlarında kurban kesimini seyrettiğimiz, ilkbaharlarda
değişik renklerde ve kokularda kır çiçekleri topladığımız, parkı bir başından
ötekine dolaşan su kanallarında çıplak ayakla dolaştığımız, kocaman gövdeli
ağaçlarına tırmandığımız, dondurucu soğuğa aldırmadan, diz boyu karlı kış
günlerinde, havuçtan burunlu, kömürden gözlü, çalı süpürgeli kardan adam yaptığımız,
kartopu oynadığımız, tahtadan kızaklarla kaydığımız, evcilik oynadığımız,
platonik aşklarımızın sığınağı, düş kokulu dizelerimizin sırdaşı, hayaller
kurduğumuz, renkli düşlerimizi süsleyen çocuk evrenimizdi Hacettepe Parkı… İlk
ve ortaokullu yıllarımızda, okul dışı yaşamımız çoğunlukla burada geçerdi...
Kız ve erkek arkadaşlarımız ve babalarımızın subay olması nedeniyle evlerimizde
ailelerimizin bir öğesi saydığımız asker ağabeylerimiz de bizimle olurlardı her
zaman… Belki de yaşayamadıkları çocukluk günlerini bizimle yaşıyorlardı bu
18-19 yaşlarındaki delikanlılar…
O günlerden başlayan bir anlayışla, arkadaşlarım gibi ben
de yaşama hep olumlu bakmışımdır… Kendimizle barışık olmuşuzdur her zaman. Biz
çocuklar, küçük şeylerden mutluluk duymayı da öğrenmiştik… Kız erkek ayırımı
yapmadan çelik-çomak oynar, topaç ve çember çevirirdik… Birdirbir, uzuneşek,
bilye-misket, ilkokullu yıllarımızın gözde oyunlarıydı… Ortaokullu yıllarımızda
bu oyunlarımıza yenileri eklenirdi. Ankara Kız Lisesinde okuduğum yıllarda,
uzun ve yüksek atlama, yakan top, voleybol, basketbol koşu vb. oyunlarımızla
yarışmalara katılırdık… İlkokullu yıllarımızda kışın kızak ve kayak kayma
ustası olurduk… Yaz tatillerinde tiyatro oyuncusu olup mahallemizin çocukları
ile birlikte temsiller verirdik. Oyunları yazıp sahneye koyma görevini de
severek üstlenmişimdir çoğu zaman…
Mahalle arkadaşlarıma evimizin önünde kitap okuma saatleri
olarak adlandırdığım (arkası yarın programı derdim) o saatleri hala o günün
heyecanı ile buruk bir gülümseme ve hüzünle anımsarım… Kitapları Kızılay’daki(şimdi
yok) Milli Kütüphaneden iki günlüğüne ödünç alırdım… Kitaplardan en az birini,
bütün gece okur, özet çıkarır, “bir taşla iki kuş vurma” özdeyişindeki gibi,
hem Eylülde açılacak okul için hazırlıklı olur hem de arkadaşlarıma okumadan
önce kitabın içindekileri öğrenirdim... Gündüz evimizin önünde, sayıları günden
güne çoğalan, meraklı arkadaşlarıma heyecanla kitap okuduğum o günlerde,
ilkokul dördüncü ve beşinci sınıf öğrencisiydim. İsimleri belleklerimizde yer
etmiş olan, Hasan Ali Yücel’ in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında hazırlattığı
kitaplarla, dünya klasiklerini okuyarak büyüdük, yetiştik, geliştik, ilkelendik…
İşte bu günlere
böyle geldik… Şimdileri olduğu gibi yaz tatillerinde oyun kâğıtları, taşlı
konken oynayarak, ellerimizde sigaraların eşlik ettiği, içki şişeleri, bira
kutuları ile kötü örnek olmadık... Anlamsız boş konuşmalarla, dedikodularla
zaman öldürmedik… Hemen hiç kavga etmezdik… Birbirimize destek olur,
görüşlerimizi uygarca paylaşırdık… Tek bir topla mahalle çocukları bir araya
gelirdi… Sırayla binerdik kızaklara, sırayla çevirirdik çemberleri-aynı
topaçları döndürürdük. Atladığımız ip sayısı bile biri ikiyi geçmezdi, sırayla atlardık…
Paylaşmayı, yardım etmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi, saygıyı, öğrenmeyi
öğretmeyi, güle oynaya yaşamayı öğrendik çocukluktan gençliğe geçiş
yıllarımızda... Duyarsız, umarsız, çıkarcı, köşeyi dönmeci olmayı öğrenmedik…
Yalan söylemez, arkadan konuşmazdık… Hep yüze söylerdik doğruları… Şimdi de öyle
yapmıyor muyuz? Bu nedenle eleştirilmiyor muyuz, dışlanmıyor muyuz? Varsın
olsun, sırıtkan, çıkarcı, yüreği karanlıkta kalmış, beyni yosun tutmuşlarla
aynı havayı solumak yerine kuşlarla, böceklerle, ağaçlarla, çiçeklerle, rüzgârların
getirdiği doğal seslerle yaşamayı yeğledim hep… Hala da öyleyim, hiç
değişmedim… Bir başka evrene gidene kadar değişmeyeceğim...

Dedim ya ilkokul yıllarımda doğayı kucaklamakla başladım işe…
Ankara’nın Hacettepe semtinde ağaçları ve çiçekleri, denizleri ve nehirleri,
dağları ve ovaları, kuşları ve böcekleri öğrenme çabası ile yola çıktım…
Kurbağaların larvalarını seyrederdim saatlerce. Bahçemizdeki çeşme yalağında
solucanların gömlek değiştirmesini görmek heyecanlandırırdı beni… Bahçenin bir
köşesinde kendime sera yapmıştım… Toprağı beller, karşı komşunun ahırından
getirdiğim gübreyi kullanarak, ekim yapardım… Neler ekmezdim ki… Hala
vazgeçemedim bu huyumdan… Şimdi de saksılara ekip dikiyorum ne bulursam… Merak
ve öğrenme hırsı, özüme bir yerleşti ki sormayın gitsin… Giriş o giriş...
Kaçıncı baharı yaşıyorum bilmem ama hala demir attığı yerde paslanmadan
duruyor, eskisi gibi merak ve yeni bir şey öğrenme hırsım… Beni yazmaya
yönelten, yazılarımı alkışlayan, konuşmalarımı alkışlatan, Ankara-Cebeci Orta
Okulu Türkçe-Edebiyat öğretmenim, Cumhuriyet’ in aydın kadını Düriye Köprülü
’nün bizleri yönlendirdiği yolda yürümeyi, o gün olduğu gibi bu gün de
sürdürüyorum... Gerçekleri yazılarıma, dizelerime de yansıtıyorum… Beni üzen
davranışları eleştirmenin doğruluğuna, gereğine her zaman inanıyorum… Bana
emekleri geçen diğer öğretmenlerimle birlikte, Düriye Köprülü öğretmenimin de, ışıklar
içinde olduğunu, başka bir evrenden gülerek beni izlediklerini kurgulayarak,
düşlüyorum… İlkeli düşlerimin tükenmemesini diliyorum… Cumhuriyetin ilkeli,
çağdaş, yitimsiz kalmayı başarmış kadın
öğretmenleri gibi...
